Hollywood filmleri, genellikle kolay ve hızlı biçimde tüketilebilen, belli kodlara sahip olan ve bu kodları her filmde taşımaya özen gösteren tüketim ürünleri olarak görülür. Çoğu Hollywood filmini izlerken bu can sıkıcı durumla karşılaşılır. Bir süre sonra sinema, zaman geçirme aracına dönüşmeye başlar. Çevrede o kadar fazla ifade edilmeye, anlaşılmaya ve anlayışa susamış yalnız karakterler varken, sinema birden bire perdenin Las Vegas’ı oluverir. Nedir bu Hollywood hayranlığı ya da düşmanlığı? Bir sinema izleyicisi neden Hollywood filmi ister neden istemez?
Sinema henüz yüz yaşını doldurmuş; genç, yeniliğe müsait fakat bir o kadar da sıkıntılı bir çağda gelişmeye çalışan bir sanat. Çağın sıkıntısı görselliğe ve seyirci olmaya duyulan garip hazla tamamen bağlantılı bir durum. Neyi izlediğinin nasıl izlediğinin kuralların ve ayrımların ortadan kalkarak, izlemeye karşı konulamayan bir çağdayız. Öyle ki bu bağımlılığı gidermek için para ödemekteyiz. İzlediklerimizin anlamlı olması bizde bir iz bırakması ya da bizleri ruh hastası etmesi hiç önemli değildir. Sadece izleriz. Bazen evde, bazen tüketim katedrallerinin içinde kendini sağlama almış, gişesi garanti filmleriyle “işini iyi yapan” sinema salonlarına gidip izleyici oluruz. İzlemek neden eğlendirir? Gündelik hayatımızla bilet alıp sinemaya gitmemizin bağlantısı nedir?
Hız ve Aksiyon
En ucuz korku filminden tutun da en pahalı savaş filmine kadar hiç bir filmde eksik olmayan bölüm aksiyon bölümüdür. Mutlaka bir ana karakter eşliğinde bu aksiyon yaşatılır. James Bond serisini dikkate alırsak –belki de örneğini verdiğimiz aksiyon açısından en tutulan seridir– konunun temel olarak anlaşılmasıyla birlikte aksiyon da başlar. Aksiyon sinema perdesinde anlamsızca da olabilir. James Bond’un tam olarak ne olduğunu ya da ne için savaştığını anlayamamış olabilirsiniz. Size tüm bunlar saçma da gelebilir fakat saatte 220 kilometre hızla giden arabalarla birbirine ateş açan insanları izlemek her zaman heyecan vericidir. Tüm bunların gerçek olmadığını da bilirsiniz ama sinemada sizi bundan uzaklaştıracak bir çok hile vardır. Kamera arabayı kullanan oyuncunun gözünden bu sahneyi görebilir (öznel kamera). Son beş sene içinde özellikle Amerikan yapımı aksiyon filmlerinde bu özellik dövüş sahnelerinde sık sık kullanılmıştır. İnandırıcılıkta sorun yaşayan ve bir türlü bu aksiyon filmlerinden tad alamayan benim gibiler içinse son yıllarda yaygınlaşan farklı bir çözüm var. Gözlükle sinemaya girip çağımızın deyimiyle bambaşka bir “deneyim” yaşamak yani filmleri üç boyutluymuşcasına izlemek . Görülen o ki standart yaşayan işine gidip evine gelen insanın bir aksiyon ihtiyacı var. Sizce hizmet sektörünün giderek artan bir istihdama ulaşıp üretim sektörünün –mesela ziraat– gittikçe daralmasıyla bunun bir bağlantısı olabilir mi? Yok herhalde ufacık bir sinema tüketim alışkanlığı gözlemi buralara kadar varacak derinlikte olmasa gerek. Bu aksiyon ihtiyacı iki şekilde kendini gösteriyor. Haftasonları insanlar ya bir şeylerde rol almak istiyor ya da bir şeyleri izlemek istiyor. Haftaiçi işinde zaten sıkıntılı zamanlar yaşamış bir yetişkin, haftasonu arabasına atlayıp şöyle otobana çıkıp hatta bazen çıkmayıp o kalabalık trafikte yapılmayacak tüm hareketleri yapıp aksiyonunu kolayca doyurmak istiyor. Ama o kadar kolay değil. Eğer biraz geç saatte uyandıysanız avm’lere akan İstanbul trafiği tüm bunlara izin vermeyeceğinden yapılacak ilk hareket bu aksiyon iştahını bir alternatifle doyurmak olacaktır. Bunun için seçenekleriniz vardır. Sinema, üç boyutlu sinema, video oyunları, oyun parkları, dans etme ihtiyacınızı gideremediyseniz karşısında dans edebileceğiniz ve sizi algılayan oyun konsolları, alışveriş, alışveriş, alışveriş… veya hepsi. Bunların hepsinin birden bulunduğu yerler var mı? İstanbul’da yaşayanlar için sürüsüyle olduğunu söyleyebilirim. Üstelik her gün bir yenisi daha açılıyor. Siz yeter ki aksiyonunuzu stresinizi atın, pazartesi günleri pamuk gibi olun diye ne tükettiğiniz, ne anlamlar, ne kavramlar önemli değil, bizim için önemli olan mutluluğunuz. Rahatlayın, aksiyonunuzu doyurun ve mutlu olun. Ama sakın insanların senelerdir aradığı şu mutluluğu bu garip tüketim alışkanlığının size nasıl sunduğunu sormayın. Sormayın çünkü insan kendini kandırdığını ancak bununla yüzleştiğinde öğrenebilir.
Tanıdık Yüzler/Tanıdık Hikayeler
Hızlı tüketim filmlerinin bir başka özelliği getirisini sağlama almak için sürekli tanıdık yüzlere başvurmasıdır. Baş rolünde Ewan Mcgregor ve Bruce Wills oynadığı iki ayrı film düşünelim. Mutlaka Bruce Wills’in başrolde olduğu film daha fazla ilgi çekecektir. Görselliği dışlayarak burada aslında büyük bir hata yaptık. Film afişi bu ilginin çekilmesinde belirleyicidir fakat tanıdık olanla yakınlık kurulması her zaman daha kolaydır. İki aktörde Hollywood filmlerinde tanınmaktadır. Bruce Wills ülkemizde daha fazla tanındığından ilgi çekecektir. Tanınırlık önemli bir tercih sebebidir fakat bazı durumlarda “ters” etki de yapabilir. Bruce Wills’in Hollywood tarzının dışında kalacak bir tarzda çekilmiş bir filmde oynadığını bilmeyen bir izleyici sadece tanıdık geldiği için bu filme gidebilir. Filmin sonunda aksiyon beklentisini karşılamadığı için filme adapte olamayıp pişmanlık yaşayabilir.
Tandık yüzlere ek olarak tanıdık hikayeler de izleyiciyi çekmek açısından önemlidir. Çoğu izleyici az çok anlayabildiği ya da bildiği konuları izlemeyi tercih etmektedir. Banka soygunu, suikast, askeri operasyonlar ve savaş, hayaletli evler, yemek yer gibi seks yapılan gençlik hikayeleri, kapalı kalınan bir mekanda geçen gerilim-şiddet gibi konular genellikle Hollywood film endüstrisi tarafından tercih edilmektedir. Bu tercihlerin sebebi, Amerikan ekonomisinin otomasyon ihtiyacından doğan kategorileme gereksinimidir. Sinema ya da başka bir üretim alanında mutlaka ne ürettiğinizle ilgili kategorileriniz olmalıdır. Bu kategorilerin getirisi, götürüsü, karı, zararı araştırılmalı ve riskleri hesaplanmalıdır. Dilimize çok yerleşmiş olan “gangster filmi” ve “kovboy filmi” gerçekte Hollywood film endüstrisinin planlı ve analizli bir kategorileme çalışmasıdır.
Büyük Paralar – Özel Efektler – Reklam Kampanyaları
Hollywood yapımlarının belki de konularından daha çok ilgi çeken kısmı bütçeleridir. Yapımına ne kadar büyük paralar ayrılırsa filmlerin tanınırlığı da o ölçüde artmaktadır. Büyük yapımlar diye adlandırılan filmlerin (Avatar, Lord of the Rings , Matrix) genellikle reklam bütçeleri de büyük olmaktadır. Sinema için genellikle küçük paralarla büyük yaratıcılıkta işler gerçekleştirmek önemlidir. Bunu başarabilmek sinemayı çok yönlü olarak bilmeyi gerektirir. Sinemayı çok yönlü olarak bilmek ise sinema haricinde birçok şeyi bilmek demektir. Hollywood tarafından belirlenen başarı ölçütü ise büyük paralara yapılan gişesi bol yapımlardır. Bu mantıksızlık ancak başka bir mantıksızlıkla desteklenebilir. Kısacası bu mantıksızlığın bir merak uyandırması sağlanabilir. Avatar filmi vizyona girmeden önce 230 milyon doların üzerinde bir bütçesinin olduğundan söz ediliyordu. Okuyucularımız bunu hatırlarlar: Bu bütçenin gereğinden çok büyük ve yüksek ihtimalle şişirilmiş bir bütçe olduğu konusunda düşüncelerimiz vardı. Devamında Avatar’ın vizyona girmesine on beş gün kala neden radyo, televizyon ve interneti işgal ettiği anlaşılıyordu. Avatar’ın film için kullanılan bütçesi 230 milyon doların üstündeydi. Reklam ve pazarlama için ise 150 milyon dolara yakın bir bütçe ayrılmıştı. Bu miktar film maliyetinin yarısından fazlaydı. Bütçeler şişirilmiş veya değil –şişirilmemiş bir bütçe bulmak oldukça zordur– neden insanlarda bu filme karşı bu kadar merak uyandırıldığı ortaya çıkıyordu. Aslan payı pazarlamaya ayrılmıştı. Tabi şu soruyu sormamak da elde değil: Avatar’a ayrılan tüm bütçeyle kaç tane Avatar yapılabilirdi? Bu konu can sıkan ve kafa karıştıran bir konudur. Hollywood’da benzerlerine sık sık rastlanabilir. Genellikle bütçesi yüksek filmler özel efektleriyle de ünlüdür. Son yıllarda Matrix serisi arkasından gelenler için çıtayı oldukça yükseltmişti. “Özel Efekt” kavramı sinemadan daha çok pazarlama çalışanlarının ortaya attığı bir kavrammış gibi geliyor kulağa. Sinemada özel efekt yoktur genellikle efekt vardır. Efekt konusu sinemada başından beri tartışma konusu olmuştur. Efektlerin ne kadar gerçekliği zedelediğini vurgulayanlarla, sinemanın zaten gerçekliği yansıtmak zorunda olmamasını savunan akımlar kendi aralarında rekabet etmişlerdir. Şu an geldiğimiz noktada sadece efektler bile filmi sattırabiliyor. Burada başa dönmekte fayda var. Neden gerçekliği olduğundan farklı algılamak istiyoruz? Aslında cevabı, perdede 220 km ile giden bir arabada neden kavga eden insanlar görmek istiyoruz sorusuyla aynı. Heyecan istiyoruz ve daha önceden gördüklerimizi bize farklı görselliklerle anlatan filmlere hayranlık duyuyoruz. Hayatlar biraz rutin ve heyecansız olsa gerek sinemayla “özel efekt”ler vermek istiyoruz. Ne olursa olsun pazarlamanın sinemadaki büyük etkisini gözden kaçırmamak gereklidir. Avatar’ın reklamı yapılırken aslında bir filmin değil bir hayat görüşünün, bir bakış açısının da reklamı yapılıyor. Ne yazık ki bu ısrarla reklamı yapılan ve bizim saf heyecan duygumuza seslenen mesajların yönü genellikle tüketim çıtasını bir üst noktaya taşımaya yöneliktir.
Komedisiz Olmaz
Bir Hollywood filminin türü tek başına komedi olmasa bile genellikle komedi unsurlarını o filmlerde görmek olasıdır. Komedi unsurları da çok belli başlıdır Hollywood’da. Sakarlıklar, yanlış anlaşılmalar, yolunu kaybeden insanlar… Bazen kanın oluk gibi aktığı savaş filmlerinde böyle ara sahneler görüp olayın ciddiyetini kavrayamamamız veya kavramamamız çok sık karşılaşılan bir durumdur.
Sinemaya nasıl bakmalı?
İç huzuru yakalamaya yönelik bir boşalma aracı mı sinema? Neden olmasın olailir elbette. İç huzuru en yüksek tüketicilik düzeyiyle yakalama umudumuz varsa Hollywood sineması tam bize göre olabilir. Biraz anlayıştan, dünya vatandaşı olmaktan yana konuşuyorsak hele bir de aşırı tüketimin sakıncalarından bahsediyorsak Hollywood ve benzeri tüm endüstri tarzında çalışan sinemalardan uzaklaşıp, kendi sinemamızı aramak daha iyi olacaktır. Sinemada ana karakterinizin nasıl dövüştüğünü izlerken sinema sizi tam anlamıyla doyuramayacaktır. Sinemada en basit filmin ile içinde basit bir heyecan vardır. Fakat mutluluk sinemada hiç bir zaman ısmarlanamamıştır. İzlediğim filmlere dönüp baktığımda farklı gözlere, farklı heyecanlara sahip olmamı sağlamış filmler görüyorum. Bunların içinde Hollywood yapımları bir iki film haricinde neredeyse hiç yoktur. Bir şey kökünden yanlışsa gövdesinde bir doğru bulmak tamamen sizin kök hakkındaki varsayımlarınızla ilgilidir. Kökün sizde uyandırdığı anlamlar gibi. Hollywood harcadığı büyük paralarla, kendini tekrarlayan yapısıyla kökten sorunlu. İnsandan oldukça uzak, makineleşmeye müsait tüketiciye son derece yakın. Üstelik Hollywood sineması yayıldığı ülkelerde garip bir yanılsama yaratıyor. Sinemayı geliştirdiği yanılsaması. Türkiye’de de bu durum oldukça yaygın. Hollywood film endüstrisi Türkiye’deki sinema salonlarında istediği filmi istediği tarihte vizyona sokabiliyorsa ve artık Türkiye’deki sinemalar sinema yapımcılarından süreklilik talep ediyorsa bunun nasıl bir gelişme olduğunun da mutlaka anlatılması gereklidir. Çünkü görünen ve görünmeyen yüzleriyle ele alındığında bu bir gelişme değil bir çürümedir. Sinema gittikçe televizyonlaşmaktadır. Televizyona satılan diziler, programlar nasıl paket halinde satılıyorsa yapımcıların sinemalarla anlaşması da bu şekilde olmaktadır. Amaç televizyonu kötülemek değildir ama televizyon reklam gelirleriyle ilerlediğinden, ayakta kalmak için sürekli satmalıdır. Sürekli satmak zorunluluğunun olduğu yerde korku kendini göstermektedir. Sinemaya bir eğlence aracı olarak bakılabilir, aksiyon iştahını tatmin edip başarı sağlayabilir fakat sinema sadece bunlarla sınırlı olmayan geniş bir alana yayıldığı her zaman düşünülmelidir.