Bilim kurgu aslında tür olarak ilk kez 19.yüzyılın sonlarında yazında kendine yer bulmuştur. Jules Verne, H.G.Wells, Isaac Asimov gibi isimlerin önemli temsilcilerinden olduğu bu tür, teknolojik gelişmeler sayesinde öngörülemeyenin gerçekleştiği ütopik ve genellikle distopik atmosferlerin mümkün kılındığı kurgulardır.
Fakat sinema sektörüne baktığımızda bilim kurgu türünün, özellikle son on yıl içinde büyük bir ivme kazanarak gelişim gösterdiğini görmekteyiz. O halde pek çok açıdan okuyucusuna ya da izleyicisine hayal ötesi bir perspektif sunan ve bu sebeple çekiciliğine çekicilik katan bu tür, aslında ardında ne gibi mesajlar barındırıyor?
Evrim tarihi boyunca insanoğlu tek bir değişmez unsurla hafızlara kazındı: Merak. Gördüğü her şeyi keşfetme arzusu, bilinmez olana ise ulaşma isteği, insanlık tarihi boyunca pek çok gelişim için kapı aralasa da zaman geçtikçe fark edildi ki; insanoğlu merak adı altında keşfettiği her şeye dokunup, kendi amaçları doğrultusunda onu kullanmaya çalışmakta. Burada mevcut olan kültür-doğa dikotomisi ve bunun ardılları olan tüm dikotomiler (kadın-erkek, zenci-beyaz, alt sınıf-aristokrat sınıfı gibi) bilim kurgunun temel yapısını oluşturmaktadır.
Eserlerde insanoğlunun ‘ben her şeyi bilirim’ tavrının, eleştirel bir karşı tutumla yerle bir edildiğini görürüz. Çünkü her ne kadar teknoloji aracılığıyla düzen üzerinde hakimiyet kurmaya çalışsa da, kendisi de bu düzenin bir parçası olarak ondan daha üstün bir konuma erişemez. Fakat, elbette bunun farkında olan yazar veya yönetmen esere apokaliptik bir vizyon yükleyerek olacakları en başından resmetmeyi başarır.
Bizler yine merak güdümüze karşı koymadan, bu karanlık distopik öyküleri okur, izleriz. Çoğu zaman bu karanlık geleceğin çok yakınımızda olduğunun da farkına varmayız. Umarız bilim kurgu, eleştirel tavrına sadık kalarak biz ‘her şeyi bildiğini’ düşünen insanoğluna aslında hiçbir şeyi bilmediğini en yakın zamanda anlatmayı başarır.