Daha önce hiç Hakan Günday okumadıysanız kitabı elinize aldığınızda kapaktaki görselin bakılıp geçilemeyişi meşgul eder sizi bir süre. Sonra arka kapakta yazarın bakışlarını görür ve bütünlüğü fark edersiniz. O an olmasa bile kitabı bitirip tekrar bakınca yazarın fotoğrafına, bazı hayatların bazı yüzlere işlediği sonucuna varırsınız. Bu benim için böyleydi. İlk kez okumuyorsanız, elinizdeki kitapla hayatın geceye çalan taraflarında, düzenin arka sokaklarında sürüp giden yaşantıların içine dalacağınızı bilirsiniz zaten.
Yazarın kocaman bir sirk dediği Berlin’de yaşanıyor her şey. Hayatın getirdiği türlü dertle uğraşsak da her sabah kurduğu alarmla uyanıp işine, okuluna, daimi meşguliyetlerine giden bizler için “öteki” olanların hikâyesi. Zargana ve Betty’nin hikâyesi. Betty yokken Zargana’nın senaryolarına kuklalık yapan diğerlerinin hikâyesi. Hayata bakışları, cinsel tercihleri, Tanrı’ya dair inançları ya da kendilerini Tanrı ilan edişleri, kutsalları ya da bu kutsallardan kaçışlarıyla farklı bir rengi olanların hikâyesi.
12 yaşında evlatlık olduğunu öğrenen, evden kaçan, bir Berlin gecesinde dört kişinin tecavüzüne uğrayan Zargana, insandan hiçliğe evrilmiştir. Yalnızlık, Zargana için hayata ket vuracak bir şey olmasa da Betty’i “âşık olunan” olarak görürüz. İkisi de çocuk yaşlarda olmasına rağmen yazarın bize anlatmaya çalıştığı aşk, midemizdeki kelebekleri hatırlatmıyor. Güven duymanın aldanış olduğu dünyada, yanılma riskini göze alarak sığınma çabası yaşadıkları. Ve aşka değen her hikâyede olduğu gibi Betty gidiyor. Betty’nin olmadığı yıllarda Zargana insanları kendinden farklı, yönlendirilebilir, zayıf canlılar olarak senaryolarına alıyor. Para karşılığı bambaşka birinin hayatını oynayan ve o hayattan kendi benliğine dönemeyen karakterler, aynayı kendimize tutup kendi gerçeklerimizden ne kadar uzaklaşabileceğimizi düşündürtmüyor değil. Aslında bu durum romanın geneli için geçerli. Acılarıyla, fikirleriyle uçlarda yaşayan kahramanların hayatının izdüşümünü kendimizde bulamasak da soyut anlamda bir bütünlük kurabiliriz. Senaryo gereği âşık olması gereken Koma’nın artık her anını o adamla geçirmesini sorgulaması, saatler geçirdiğimiz insanlarla aramızdaki bağı sorgulatabilir. Hayatın getirdiklerini koşulsuz kabul etmek mi? Gönül istediğinde harekete geçecek kadar kendi hayatının özgünü olmak mı? Senaryoda ‘Hiç’ oluşumun lideri olarak insanlara hitap eden bir gencin zamanla dünyaya o değerlerle baktığını görmeye kurgu deyip geçebilir miyiz? Kuralları başkası tarafından koyulmuş bir oluşumun, konuşmaları ezberleyen liderine birileri metin vermeyi bırakırsa peşindeki kalabalığı nereye sürükleyecektir? Başka dünyaların insanlarından bahsetmek sadece hikâye etme yeteneğiyle mümkün olabilir ama o hayatlardan bugüne bir soru işareti düşürmek, karakterin karanlığında kendi aydınlığımızı sorgulatmaktır bir eseri değerli kılan. Bu yüzden tavsiye ediyor ve sözü kitabın kendisine bırakıyorum:
*Zargana her şeyi seyretti. Üzüntüyü gördü. Hatta kadın yanından geçerken üzüntüye dokundu. Hayran kaldı. Saydam gözyaşlarına, kırışan yüze, abartılı hareketlere, gerçeği kabullenmemek için yapılan bedensel mücadeleye hayran kaldı. Derinden üzülen bir insan, gördüğü en büyük gösteriydi. Sevinen birini seyretmekten daha zevkliydi bu, çünkü gerçekle arasında bir sorun olmadığı için insanın kendini o denli zorlaması gerekmiyordu. Mutsuzlar, büyük şoklar yaşayanlar, kanser olduğunu öğrenenler, çocukları ölenler çok daha iyi performans gösteriyorlardı gerçeğe alışabilmek için. Profesyonel aktörler gibi çevresindekileri inandırmak için uğraşıyorlardı. Tabii, son olarak da, mutsuzluk mutluluktan daha çok ses çıkarıyordu. On iki yaşındaki bir çocuk için önemliydi işin kulakları ilgilendiren bölümü. Çocukların çoğu renge ve sese doğru yürürdü. Zargana da öyle yaptı. Hayatı boyunca üzüntüye doğru yürüdü. Büyüyen her gözbebeğinde, titreyen her çenede, buruşan her alında daha da hızlandı. Ne istediğini biliyordu artık. Dünyanın kabuğu olacak kadar üzüntü. Siyah ve grinin hüküm sürdüğü o eşsiz üzüntü. Gözlerinin rengine yakışacak bir dünya…
*İnsanın kaderine öldürene kadar tecavüz etmeyi istediği gün, o kaçış fikrinin bir kara delik gibi zihnine gelip yerleştiği gündür. Yoksul olduğu için bilgiye ulaşamayanlardan, hayatı ve insanlığı sorgulamayanlardan, en yüksek eğitim olanaklarının sunulduğu, delirmek için yeterli bütün malzemeye sahip çocuklara kadar bütün hayat tarzlarında, kaçış, rahatsız ama çekici bir yere sahiptir. Üzerinde fazla oturulamayan sert bir koltuk gibi. Anarşist yazarların okunması gerekmez yaşanan yerden kaçma fikrinin ortaya çıkması için. Paranın olup olmaması, bir kentte ya da bir kasabada yaşanması hiçbir şeyi değiştirmez. Bir insan ya gitmek ister ya da kalmak. Gidenler üzüntüyü çarşaf yapıp üzerine yatar ve o çarşafın üzerinde bin bir zevk içinde hayatla sevişir. Kalanlarsa vasat hayatlarını, bir ürünün taban ve tavan fiyatlarına benzeyen taban ve tavan duygular içinde yaşayarak yerleşik düzenin sokak lambaları haline gelir…
*Komik kravatlı adam yoktu. Gece mesaisi yerini gündüze bırakmıştı. Sadece bir saniye için hayatın da mesaisi olması gerektiğini düşündü Zargana. Yani yaşanacak zamanın tercih edilmesi gerektiğini. Gece ya da gündüz. İkisini birlikte yaşadığı için mutsuzdu insan. Kaldıramıyordu aynı hayatın içinde hem geceyi hem gündüzü. Onun için uyku vardı belki de. Ve onun için mutsuzdu belki de uyuyamayan insanlar.
*Rio, kendimi bazen çok garip hissediyorum. Hatırlar mısın? Eskiden okuduğumuz bir yazar vardı: JacquesRigaut. Ne diyordu biliyor musun bir cümlesinde? “Bazen elimi yüzüme götürdüğümde bir burun, bir ağız bulamamaktan korkuyorum” İşte böyle söylüyordu kitabında. O zamanlar benim için hiçbir şey ifade etmiyordu bu cümle. Ama şimdi bazen ben de korkuyorum yüzümü bulamamaktan. Hayatta sadece seni tanıyormuşum gibi geliyor. Sadece Rio’yu. Bazen başka hiçbir şey bilmediğimi düşünüyorum. Âşık olduğum insandan başka hiçbir şey bilmediğimi düşünüyorum bazen. Bu duygudan da korkuyorum. Hem de çok.
*On iki yaşındaki bir oğlanla romantik bir gece geçirmek isterken ilaçla bayıltılıp soyulan adamsa utancından ne polise, ne de arkadaşlarına olayla ilgili tek kelime söyleyebildi. Sadece psikiyatrı, çocuğun yaşını ve cinsiyetini duyduğunda kaşlarını kaldırıp burnunun ucundaki yakın gözlüğünün üzerinden ona uzun uzun baktı. Taze bir sorunla karşısına çıkan eski hastasına sevindiğini belli etmemek için önündeki kâğıda bir şeyler yazıyormuş gibi yaptı. Aslında gerçekten bir şeyler yazdı. Ama bunlar harf değil rakamdı. On iki yaşındaki oğlanlarla sevişmek isteyen bir adam en azından altmış terapi seansı demekti. Altmış ile seans ücretini çarpmak içinse hesap makinesine ihtiyacı olacağından hastasının gitmesini beklemek zorunda kaldı.
*Üzerinde kırmızı bir telefonun durduğu komodinin iki tarafındaki iki yatak karşıladı çocukları. Aynı anda akıllarına gelen hareketi konuşmadan yaptılar. Aradaki komodini pencerenin yanına taşıyıp yatakları birbirine yapıştırdılar. Sonra Betty Zargana’yı elinden tutup artık çift kişilik olan yatağın ayakucuna getirdi. Zargana, Betty’nin ne düşündüğünü anladı. Sırtlarını yatağa dönüp üç saniye boyunca birbirlerine baktılar. Sonra da aynı anda gülüp geriye doğru zıplayarak fırlattılar kendilerini yatağa. İki kez yükselip alçaldılar yaylı yatağın üzerinde. Güldüler. Naser’in iki parmağıyla sıkarak mor bir renge buladığı sağ bacağına rağmen Zargana güldü. Soydukları adamın bahçe duvarından atlarken derisini yüzdüğü sol bileğine rağmen Betty de güldü. Çünkü onlar, hiçbir şeyi unutmasalar bile iki küçük çocuktular ve gülmek üzere ağızlarını açmak için fazla bahaneye ihtiyaçları yoktu. Bir trenin yavaşlaması gibi ağır ağır silindi gülümsemeleri. Çölün ortasındaki bir istasyona benzedi yüzleri. Yalnız ve korkak. Sarıldılar birbirlerine. Başka kimseleri yoktu çünkü. Şimdiyse sadece korkuları kalmıştı. Yalnız olmadıklarını biliyorlardı çünkü kolları doluydu. Uyudular.