Bu incelemeye başlarken önce bir tereddüt etmedim değil, çünkü “korku” büyük bir duygu; sınırı, şekli, biçimi olmayan bir duygu zaten, bir de bunu Stefan Zweig’in dilinden nasıl anlatabilirdim ki? Yine de elimden geleni yapmaya çalışacağım. Hikayeyi daha önce okumamış olanlar için ufak bir uyarı; yazı spoiler içeriyor.
Hikâyenin Konusu
İrene... Ailesinin kararına saygı duyarak zengin bir avukat olan Fritz Wagner ile evlenmiş, 2 çocuk sahibi olmuş ve evliliğinin sekizinci yılına kadar iyi bir anne, iyi bir eş olmayı başarmış bir kadın. Evliliğinden memnun, gayet mutlu bir yaşamı var. Bir gece, bir toplantıda tanınmış ve başarılı bir piyanist ile karşılaşması, hayatının yönünü değiştirir. Önce piyanistin kendisine baş başa piyano çalması teklifini kabul eder.
Masum bir görüşme olacaktır bu ancak daha sonra kendilerini aniden bir ilişki içinde bulurlar. İrene bu piyaniste ne duygusal ne de fiziksel olarak aşırı bir yakınlık duymuyor olmasına rağmen, onun sevgilisi olmayı kabul eder ve her hafta düzenli olarak piyanistin evinde buluşurlar. Bir gün sevgilisinin evinden dönerken apartman çıkışında bir kadın ile çarpışır. Kadın onu erkeğini çalmakla suçlar ve İrene kadının bu kadar yaygara koparmasından çekindiği, birilerinin onu tanıması ihtimali olduğu için kadının eline bir miktar para sıkıştırarak susturur ve oradan hızla ayrılır.
İşte bu olaydan sonra İrene için her şey değişir. Fiziksel olarak yorgundur, dışarı çıkmak istemez, yemek yemez… Çünkü kadının onu tekrar bulacağından ve kocasının bu olaydan haberdar olmasından korkar. Kocası da evdeki diğer insanlar da İrene ’deki bu değişikliğin farkındadır. Kocası üzerine gitmeye başlar, ondan sakladığı bir şeyler olduğunu söyler ve itiraf etmesi için her yolu dener.
İrene ise sevgilisinden ayrılmıştır. Ama kadın yine de peşindedir. Şantaj yapmaya devam eder ve gün geçtikte daha yüksek miktarda paralar talep eder. İrene elinden geldiği kadar olayı sürdürür ancak kadının en son evine gelişi onun korkusunu daha da arttırır, üstelik istediği para da İrene’in tek seferde kimse eksikliğini fark etmeden ödeyebileceği bir miktar değildir. İrene yüzüğü vermek durumunda kalır. Tüm bu süreç boyunca kocası İrene’in yanında olur, itirafını kolaylaştırmak için elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışır.
Bir akşam İrene eve döndüğünde çocukları kavga etmiş, kızı oğlunun oyuncağını şömine ateşine atmıştır. Bunun nedenini öğrenmek ve kızına suçunu itiraf ettirmek için Fritz, küçük bir mahkeme ortamı oluşturmuş, kızının itirafını sağlamış ve cezalandırmıştır. Bu olay üzerinden İrene ile de konuşur. İrene‘e itiraf etmenin bazen zorlama gerektirdiğini açıklar, kızının ancak öyle itiraf edebildiğini, korkusunu öyle yenebildiğini söyler. Ancak İrene şöyle açıklar: “Sanır mısın ki… Her vakit… Her vakit yalnız korkudur… İnsanlara mani olan? Utanç… Utanç olamaz mı? İçini dökmek… Yabancıların önünde soyunma utancı…”
Fritz bu açıklamadan sonra anlar ve şu cevabı verir:
“Utanç diyorsun… Bu… Bu da sadece bir korkudur… Cezadan değil de… Evet, anlıyorum…”
İrene artık daha fazla bu yükü taşıyamayacağını, buna daha fazla devam edemeyeceğine karar verir. İtiraf da edemiyordur. İntihara karar verir. Bu kararını gerçekleştirmek için evden çıkar, yolda sevgilisinden yardım isteyebileceği, belki ölmek zorunda kalmadan, sevgilisinin bu kadın ile görüşerek hayatından uzak tutabileceğini, böylece her şeyin yoluna girebileceğini düşünür, sevgilisinin evine gider ve aslında sevgilisinin öyle bir kadını tanımadığını öğrenir. Artık bir çaresi kalmamıştır, ölmelidir. Eczaneye gider, intiharını sağlayacak ilacı satın alır ve o anda kocası gelir. Eve giderler, İrene kriz geçirir, ağlar, titrer, yorgun düşer ve bayılır. Bu esnada Fritz ’in itirafı gelir:
“Hayır… Asla… Yemin ederim… Senin bu derece korkacağını tahmin edemedim… Sana sadece hatırlatmak, vazifeni hatırlatmak istedim… Sırf o adamdan uzaklaşmanı… Büsbütün… Ve bize dönmeni istedim… Bu işi tesadüfen öğrenince başka ne yapabilirdim? Doğrudan doğruya sana söyleyemezdim ki… Düşündüm… Hep dönersin diye düşündüm… O kadıncağızı bunun için, seni dönmeye mecbur etsin diye ben gönderdim… Zavallının biridir o, bir artist… İşsiz bir artist… Zorla razı oldu, ben ısrar ettiğim için… Anlıyorum, doğru yapmadım… Fakat senin dönmeni istiyordum… Hem sana daima hissettirdim hazır olduğumu… Affetmekten başka bir şey düşünmediğimi… Ama sen beni anlamadın… Fakat başına bunlar gelsin istemezdim… Olup bitenleri görmekle hem ben senden çok acı çektim… Seni adım adım gözetledim… Sırf çocuklar için, anlıyorsun ya sırf onlar için seni mecbur etmek istedim… Ama şimdi hepsi geçti… Her şey düzelecektir…”
Sabah olduğunda İrene uyanır, yüzüğü parmağındadır, içeriden ailesinin neşeli seslerini dinlerken gülümser.
Hikâye böyle sona eriyor.
Ayrıntılar, Ayrıtılar…
Öyle çok şey var ki söyleyecek üstüne. Nereden başlamak lazım bilemedim. Karakterler diyelim…
Hikâyenin tamamını okumuş olanlar hatırlar mı bilmem, hiç bir yüz tasvirine – fiziksel tasvir – rastlamıyoruz. Hiç bir karakterin yüzünü bilmiyoruz, gözlerini, burnunu, belki elmacık kemikleri yahut şakakları… Yok. Yalnız duyguları anlatacak tasvirler… Dikkatimi ilk çeken şey bu oldu kitabı okurken. İrene‘in hikâyesi değil anlatılan, İrene değil önemli olan, olay ve duygular. İrene yalnızca bir sembol olmuştur. Bu hikâye dünyanın bir ucunda birileri tarafından okunurken diğer bir ucunda birileri tarafından yaşanıyordur çünkü. Zweig bize, “dinle okuyucu, gör, anla, biziz bu söylediğim, bizim bu ihanet, bizim bu yalan ve aldatmaca, bizim olurdu o intihar ölseydi İrene…” demek istiyor sanki bunu İrene‘in dilinden.
Sonra kitabın ismi: Korku. Özet kısmında pek görülmüyor belki ama korkunun bin türlü halini görüyoruz bu öyküde. Bir kadının kocasından, küçük bir kızın babasından, şantajcıdan, sevgiliden, ihanetten, samimiyetten, yalandan, dürüstlükten korkmak… Korkunun her hali… Ancak öyle bir korku ki bu, kadının hareketleri, duyguları gibi zihnini de esir almış. Öyle bir korku ki utançtan parçalara bölünmüş, ihanetini unutturmuş. İrene’in zihninde yaşıyoruz olay boyunca. İrene’in gördüklerini görüyor, onun duyduklarını duyuyor, onun hatırladığını hatırlıyor, onun unuttuğunu onunla beraber unutuyoruz. Korku hali İrene’in hayatını esir etmeye başladığında bu korkuya neden olan piyanisti İrene ile beraber siliyoruz. Ta ki en son yardım için kapısını çalana dek. O zamana dek gidip sevgilisine kadını kendisinden uzak tutmasını söylemek neden aklına gelmedi diye düşünür İrene. İşte tam da bu yüzden. O kadar korkmuştur ki neden korktuğunu, korkuyu başlatan macerayı silmiştir aklından bu korku sanki.
Hikayeyi okuyan birinin üstünkörü yapacağı ilk yorum belki de bir kadının kocasını daha genç, daha yakışıklı bir adam için aldattığı yönünde olabilir. Belki piyanistin olayların tamamına neden olduğu düşünülebilir. Oysa Zweig için tüm olayda önemi olmayan tek kişi belki de piyanisttir. Olayla yakından uzaktan ilgisi yoktur, ne kadar öyle görünse de. Sadece bir araçtır. Piyanisti bu hikayeden çıkarırsanız eğer olay örgüsünde bir aksama, kopukluk olmayacaktır. Çünkü piyanist, İrene’nin ihanetine yalnızca aracı olmuş silik bir karakterdir. Piyanistle hiç karşılaşmasaydı da İrene, Fritz’e ihanet edecekti. Çünkü asıl mesele İrene’in içinde bulunduğu durumu, psikolojiyi gün yüzüne çıkarmaktır. İşte tam burada Frued’un izlerini görürüz. Bilindiği gibi Stefan Zweig’in hikayelerindeki karakterlerin bu kadar sağlam olmasının en önemli nedeni, bu karakterleri yaratırken yakın dostu olan Freud’un fikirlerini almış olması, neredeyse karakterleri beraber oluşturmuş olmalarıdır. Zannederim ki İrene ile beraber piyanisti bizim de unutabiliyor olmamız, korku ve telaş anında sorunun aldatmak meselesi değil de şantajcı olduğuna İrene ile beraber inanmamız, yazarın korkunun etkilerini okuyucuya bu kadar iyi yansıtabiliyor olması bu yüzdendir. İrene ihanet etmiştir. İrene suçludur. Ancak biz hikayeyi okuruz ve sonunda Fritz’e kızarız. İrene’in hatasını o kadar doğal karşılarız ki sanki zaten İrene’in bunları yapması gerekiyormuş gibidir. Ancak Fritz, İrene’in içine derin bir korku salmıştır. Fritz masumane bir düşünceye dayanarak da olsa acımasız olmuştur. İrene’in psikolojisine ağır bir darbe indirmiştir ki İrene nihayet intiharın eşine gelir. Frued’un etkisi hikaye boyunca hissedilir. Rüyalar olsun, takıntılar olsun, neden – sonuç ilişkileri olsun… Zweig’in Frued’dan ne kadar faydalandığı çok açıktır.
Hikayedeki tasvirlere gelirsek… Ana karakterimiz İrene olduğu için biz her şeyi onun gözünden görürüz. İrene belki yazar tarafından anlatılır, herkes ve her şey yazar tarafından anlatılır; yani yazar her şeyi bilir. Ancak bize sadece bilmemiz gereken kadarını söyler. İrene caddede yürürken onun duyabileceğinden, görebileceğinden, hissedebileceğinden fazlası, yazar hepsini biliyor olsa bile ne yazarı ne İrene’i ne bizi ne de hikayeyi ilgilendirir. Birçok hikayenin ya da romanın sıkıcı bulunmasının esas nedenlerinden biri tasvirlerde aşırıya gidilmesidir. Okuyucu olay ister, duygu ister çünkü, kuşların kilometrelerce uzaklıktaki bir ağacın tepesinde saatlerce ötüşerek ne anlattıkları önemli değildir okuyucu için, Zweig de bunun farkındadır ve bunun dışına çıkmaz. Diğer kahramanların gördüğü ya da duyduğu şeyler de bizi ilgilendirmiyordur hikayede. İrene diğer kahramanları nerede nasıl görüyorsa o verilir bize. Yalnız diğer kahramanların duygularını biliriz. Yazar bunları bize bildirir. Kendisi araya girerek direk söylemez ancak kimi zaman yüzlerinin aldığı ifadeleri tasvir ederek kimi zaman da hissettiklerini İrene’in dillendirmesine izin vererek yapar bunu.
Üzerine söylenecek çok şey, değinilecek çok fazla konu var ama yavaş yavaş bitirirken son olarak dikkat çekmek istediğim bir konu daha var. Hikaye boyunca önemli olan iki karakter vardır. İrene ve Fritz. Onların dışındaki karakterlerin hiç birinin isimleri yoktur. Yazar hiç birine şahsiyet, kimlik kazandırmamıştır. Çünkü önemli değildirler. Çünkü anlatılmak istenen fikir korku fikridir. Korkunun fikri, korkunun hissi, korkunun insanlara olan etkileri, sonuçları, sebepleri, korku ile başlayan paranoyalar… Bütün hepsi son derece basit bir sorun üzerinden anlatılmak istenir ki anlatılmıştır da. Bu nedenle de yalnızca korku hissini duyan karakterlere şahsiyet kazandırılarak isim verilmiştir. Piyanistin korkacak hiç bir şeyi yoktur, İrene’i kaybettikten sonra başka bir kadın ile yoluna devam edebilmiştir. Şantajcı kadının korkacak hiç bir şeyi yoktur, hepsinin oyun olduğunu bilir, para da kazanacaktır üstelik. Eczacı adamın, çocukların… Çocukların mahkeme olayında biraz bunun etkisi görülür, sanki birer isim almak üzeredirler ancak kısa sürer çünkü o da yalnızca bir araçtır esas olayın irdelenmesi için. Ancak gel gelelim İrene ve Fritz’in korkusu derindir. Fritz ailesinin dağılmak üzere olduğunu görür ve korku içinde hemen bir önlem almak ister. Yaptığı her şeyi korkudan yapar. İrene ise hatasının bedelini korku ile öder. Fritz’in istemeden ödettiği bir bedel gibidir belki ama İrene utanır, korkusu samimiyetinden, sevdiğindendir. Korkunun bir çok nedeni olabilir ve Korku adını almış olan bu hikayede Stefan Zweig korku halini, korku haline neden olan durumları ve sonuçlarını adım adım incelemiştir.
Kendi şahsi görüşüm olarak ben hikayeyi beğendim. Çünkü daha önce milyonlarca kez anlatılmış olan basit bir olay üzerinden bir duygunun bu kadar iyi yansıtılması her zaman görebileceğimiz bir durum değil. Benim açımdan önemi budur. Bir karakter üzerinden hikayeyi okuyan ve okumayan herkesin olaya dahil edilmesi, duyguların evrensel hale getirilmesi… Okuduğu yazıda aksiyon dışında şeyler bulmak isteyen herkesin de sevebileceğini düşünüyorum.