Jostein Gaarder tarafından kaleme alınan, Türkçe’ye Sabir Yücesoy tarafından kazandırılan “Sofie’nin Dünyası” isimli roman, bugün okunan romanlar içinde yer almaktadır. Roman, büyük küçük herkes tarafından okunmakta ve beğenilmektedir. Bu durum, yazarın başarısından da kaynaklıdır; aynı zamanda yazarın üslubunu bozmadan korumaya çabalayan çevirmenden de kaynaklanmaktadır. Bütün bunlar bir yana bırakıldığında romanın asıl değeri, edebiyatın gerçekliğinde felsefenin harman olmasındadır. Romanın günümüzde okunmasına sebep olan şey, tekrar söyleyeceğimiz gibi bir edebiyat ürünü içinde felsefenin olması, hele ki “felsefe tarihi üzerine bir roman” olması, bu romanla birlikte felsefeyi de sevilir hale getirmiştir. Eserin roman oluşu ve de önüne “felsefe tarihi” sıfatını alması, felsefenin edebiyat gerçekliğinde buluştuğunu söylemektedir. Bütün bunlar hakkında konuşabilmek için öncelikli olarak romanın kendisine ve sonra da eserin felsefe ve edebiyat ilişkisinin birlikteliğinde ne derecede olduğunu görebilmek gerekiyor.
“Sofie’nin Dünyası” isimli roman, tekrar söyleyeceğimiz gibi “felsefe tarihi üzerine yazılmış bir roman” adını taşıyan bir eserdir. Bu yönüyle roman, katmanlı bir yapı arz etmektedir. Katmanlı yapıyı yavaşça açarak işe başlamakta fayda vardır. İlk olarak kısa bir tanıtımını yapmakta fayda var: 15.yaş gününü kutlamaya hazırlanan Sofie, posta kutusunda “Kimsin sen?” yazılı bir kâğıt bulur. Bu soruyu diğer sorular ve günümüze kadar uzanan bir felsefe kursu takip eder. Kendini kısaca bu cümlelerle tanıtan eser, kırk beş bölümden oluşmaktadır. Kırk beş bölümden oluşan eserin ilk on dört bölümü İlkçağ felsefesinin ve filozoflarının eserin kahramanları olan 15 yaşındaki Sofie ve felsefe öğretmeni Alberto ile konuşulduğu bölümdür. “Ortaçağ”, “Rönesans” başlıklarını taşıyan bölümler, ikilinin Ortaçağ ve Rönesans felsefesini konuştukları bölüm olurken biz “Barok” başlıklı bölümden “Spinoza” başlıklı bölüme kadar 17. yüzyıldaki felsefeyi Sofie ve Alberto eşliğinde okuyoruz. Onu takip eden “Locke, Hume, Berkeley, Bjerkely” bölümlerinde İngiliz empristlerini tanıyoruz. Burada söylememiz gereken bir şey vardır: Bjerkely, Berkeley’in Norveççe yazılışıdır. Bu yazıma dikkatli bakıp Norveççe yazım olduğunu anlayanlar, eserde geçen mekânın Norveç olduğunu fark edeceklerdir.
Sofie ve Alberto ikilisi ile birlikte Bjerkely başlıklı bölümden sonra “Aydınlanma Çağı” ve “Kant” başlıklı bölümlerle devam eden bölümlerle günümüze uzanıyor. Kontrpuan ve Büyük Patlama bölümlerinde yazarın edebiyatın kendine has bir gerçekliği olduğunu vurgulayan sözler söylediğini gözlemliyoruz. Özellikle de romanın kahramanı Alberto’nun ağzından bunu anlıyoruz: “O gerçekliği terk ettik biz.” Bu cümle üzerinden sözlerimize devam edelim ve “gerçeklik” kavramından yola çıkalım: Romanda bir gerçek dünya vardır, bir de edebî dünya. Gerçek dünyada Binbaşı Albert Knag ve kızı Hilde Moller Knag vardır; edebî dünyada ise Sofie Amundsen ve felsefe öğretmeni Alberto Knox vardır. Bu iki dünya arasındaki bağlantıyı kuran kişi Binbaşı Albert Knag’tır.
Binbaşı, Birleşmiş Milletler için çalışan bir askerdir ve kızına doğum günü hediyesi olarak bir felsefe kitabı yazmıştır. Çünkü felsefe eğitiminin insan yaşamındaki önemine inanmıştır. Kitabı yazan Binbaşı, kendisini felsefe öğretmeni Alberto Knox olarak kurgulamış ve kurgusunu gerçek dünyadan alarak yazdığı kitabın gerçekliğiyle harmanlamıştır. Bu harmanı yaparken mektupları kullanır. Mektuplar kızı Hilde’nin doğum günü olan 15 Haziran’a kadar gönderilir. İlginç olan bir şey vardır ki 15 Haziran, Sofie’nin de doğum günüdür. Yazar Jostein Gaarder, eseri öyle bir kurgulamıştır ki biz, romanın sonunda Sofie’nin gerçek dünyaya ait olmayan bir kahraman olduğunu anlarız: “Bunlar artık son çırpınmalar, dedi Alberto. Binbaşı son noktayı koymadan ve Hilde klasörü kapamadan gitmemiz gerek.” Aynı zamanda bu cümleden biz, gerçek hayatta yaptığımız bir eylemde kendimizi buluruz. Bir kitaba başlarız ve kitabın içindeki dünyaya adımımızı atarız sayfaları çevirerek. Sayfaları çevirerek içine girdiğimiz dünyada yaptığımız bu yolculuk kitabın son sayfasının çevrilip kitabın kapanmasıyla biter. Kitap kapanır ve kitabın dışındaki dünyaya, yaşadığımız o dış dünyaya geri döneriz. Burada da romanın kahramanı Alberto Knox, Sofie’ye bu telmihi yaparak onunla birlikte edebî dünyaya gelmesini söylemektedir. Bu edebiyatın gerçekliğinin ben buradayım demesi değildir de nedir?
Bütün bunlar bir yana, edebiyatın bu gerçekliği yani Binbaşı Albert Knag’ın kızı için yazdığı felsefe kitabında Sofie ve Alberto’yu kurgusal gerçekliğe katması ve onların dünyası etrafında mektup tekniği aracılığıyla felsefe tarihi anlatması, romanı kuru bir felsefe tarihi kitabı olmaktan kurtarmıştır. Mektup tekniğinin ve felsefenin tarihsel bir okumasının yapılması esere metinler arası bir boyut kazandırmıştır. Yazarın böyle bir kurgu oluşturması, eserinde izlediği plan, edebiyat ve felsefe gerçekliğini yumuşatması, hele ki bunu edebiyat ve felsefenin ilişkisinin bilgisi dahilinde yapması, eseri başarıya ulaştıran faktörler içinde yer alır.
Eseri başarıya ulaştıran bir diğer faktör nedir, diye soracak olursak şunu eklemeden geçemeyiz: Bazı yazarlar vardır, yazdığı eserlerde yarattıkları kahramanlara kendilerini aksettirirler. Bu aksettirmeye kimi zaman projektör olarak kullanma diyelim, kimi zaman da bunu başka bir kelimeyle izah edelim, her yazar yarattığı kahramana kendisini bir parça da olsa aksettirir. Çünkü bir sanat olarak edebiyat, kendini, kendi varlığını sözle açar. Yazar Jostein Gaarder da bu farkındalık ile yarattığı Binbaşı Albert Knag ile kitap kahramanı Alberto Knox’a kendini yansıtmıştır. Bu yansıtmayı eseri dikkatli okuduğumuzda şu şekilde yorumluyoruz: Yazar, yarattığı kahramanlardan gözlemlediğimiz kadarıyla felsefenin insanın bir olanağı olduğuna, düşünme olanağı içinde yer aldığına ve insanın bu olanağı gerçekleştirebileceğine inanmış biridir.
Bu inancını Sofie ve Alberto’nun ilişkilerinde görüyoruz. Aralarında kendi bütünlükleriyle oluşan, rastlantısal bir ilişki söz konusudur. 15 yaşındaki Sofie’nin posta kutusunda Alberto’nun mektubunu bulmasıyla bu ilişki başlamış ve bu ilişki etrafında felsefe eğitimi gerçekleşme zemini bulmuştur. Sofie, Alberto yoluyla düşünme olanağını nasıl gerçekleştirdiğini öğrenmiştir; Binbaşı da kızı Hilde’ye yazdığı kitapla ona düşünme olanağının olduğunu ve bu olanağı ona Sofie’nin Dünyası adlı bir kitap yazarak söylemiştir. Buradan kalkarak yazarın kendisini, kendi varlığını yarattığı kahramanlara açtığını rahatlıkla söylemiştir.
Felsefenin gerçekliği romanın neresinde, diye sorduğumuz zaman sözlerimize şu şekilde devam etmeliyiz: Romanın gerçekliğinde harmanlanan felsefe, edebiyatın kurgusal, betimsel bakışında okuyucuya kendi bakışını göstermiştir. Buna ek olarak, okuyucuya kendisinin olanaklar toplamı bir varlık olduğunu, düşünme olanağına sahip olduğunu söylemektedir. Aynı zamanda hayatı olduğu gibi kabul eden insanlardan biri olmadığımızı kabul etmeyi telkin eder felsefenin gerçekliği. Öyle ki insana hayatın sırlarla dolu bir bulmaca olduğunu öğretir.
Sizlerle konuşmuş olduğum, felsefe ve edebiyat ilişkisi birlikteliğinde ele aldığım “Sofie’nin Dünyası” isimli romanın anlatmış olduğum bu özelliklerini daya iyi somutlaştırmak istiyorsanız, eseri edinip okuyun. Okuduğunuz zaman, söylediklerim kitapla birlikte ete kemiğe bürünecek ve sizler de hayatın sırlarla dolu bir bulmaca olduğunu fark edecek; ötesinde olanaklar toplamı bir varlık olduğunuzu, olanaklarınızın gerçekleştirilmeyi beklediğini anlayacaksınız. Düşünme olanağımız olan felsefenin de böylesi bir olanak olduğunu ve yazarın da böyle bir olanağın olduğunu okuyucuyla paylaşmasının sebebini anlayacaksınız.
Sözlerime son vermeden önce son bir şey daha söylemek istiyorum: Felsefe ve edebiyat ilişkisinin birlikteliği, yazılacak olan diğer romanlarda da Gaarder gibi yazarlar tarafından doğru anlaşılıp edebî eserlere ve diğer yazılı ürünlere doğru bir şekilde aksettirilirse insanlık, düşünme olanağının farkındalığına ulaşır ve kendi olanaklarını nasıl gerçekleştireceğini öğrenir. Felsefe ve edebiyatın ilişkisinin sağlamlığı da felsefenin ve edebiyatın da insana olanaklarını gerçekleştirmeyi öğretmesinde yatmaktadır. Felsefe bunu düşünme ile gerçekleştirirken, edebiyat da felsefenin yaptığını sözle açarak gerçekleştirir. Bu bağlamda Gaarder’a ve felsefe ve edebiyat ilişkisi içinde edebiyat eserleri meydana getiren yazarlara bir teşekkürü borç biliriz.