“Senin gücün, diğerlerinin zayıflığından kaynaklanan bir tesadüftür sadece.”
Hani zifiri karanlık bir yere girince etrafı ilk bakışta seçemezsiniz, gözlerinizi kırpıştırıp durursunuz, karanlığa alışınca da etraftaki nesnelere hayal gücünüzü giydirmeye başlarsınız ya işte, Karanlığın Yüreği’ne girişiniz de böyle oluyor. Conrad da hikayeye geçmeden evvel sanki yavaş yavaş güneşi alçaltıp bizi karanlık yürekleri anlatacağı bir ortama hazırlar.
“Etraftaki dinginlik parlaklığını yitirip daha da derinleşince” hikayenin anlatıcısı Marlow devreye girerek uyarı niteliğinde şu cümleleri söyler:
“Hikayenin anlamı, kabuğun içi değil, tıpkı yakıcı sıcaklığın, ya da ay ışığı tayfının aydınlattığı puslu haleler gibi, ortaya çıkardığı hikayeyi sarıp sarmalayan kabuğun dışı gibiydi.”
Bize hikayeye başlamadan önce haber verir yazar. Ele avuca gelecek yoğun bir olay örgüsüyle karşılaşmayacaksınız, olayın etrafında dönen insanlık dışı hareketleri dikkatlice gözlemleyin yeter, der gibidir. Çünkü Kongo halkının uğradığı haksızlıkları, onların bir eşya gibi işleri bitince bir köşeye atılıp ölüme terk edilişlerini anlatırken de bunu tabir yerindeyse bağıra bağıra yapmaz. Sessizce, gördüklerini olduğu gibi tasvir eder. Bu tasvirlerin üzerine pek de yorum yapmaya gerek kalmayacaktır:
“Kaburgalarını tek tek görebiliyordum, kol ve bacak eklemleri bir ipe atılmış düğümlere benziyordu; her birinin boynunda demir bir tasma vardı ve yürüdükçe aralarında ritmik sesle çınlayan bir zincirle birbirlerine bağlanmışlardı.”
“Yavaş yavaş ölüyorlardı; bu çok açıktı. Düşman değillerdi; suçlu değillerdi; onlar artık bu dünyaya ait olmaktan uzak, yeşilimsi bir loşluk içinde allak bullak olmuş halde yatan, hastalıklı kara gölgelerden başka bir şey değildi.”
Hikayenin anlatıcısı konumundaki Marlow, tıpkı yazarı gibi denizcidir. Çocukluğunda haritalara tutkundur ve gitmeyi şiddetle arzuladığı bir yer vardır. Bu yer ise; “Bir çocuğun zevkle düş kurabileceği beyaz bir leke olmaktan çıkıp karanlık bir yer olmuştur.” Haritadaki o beyazlığı karartan da kitabın baştan sona eleştirdiği Avrupa sömürgesidir. ‘Adeta oraya ışık götüren, özel bir elçi öncü bir misyoner gibi’ bu topraklara giderek oraları kendi karanlıklarında boğan sömürgeci zihniyettir. Marlow heyecanla çıktığı bu yolculuğu “Karabasan hissi veren bezdirici bir hac yolculuğuna” benzetir. Elbette hac benzetmesi de tesadüf değildir. Bu ‘fildişi’ ticareti öyle bir hale gelmiştir ki adeta ibadet eder gibi bu işi yapmaktadırlar.
“Fildişi için ibadet edip yakardıklarını sanırdınız. Ahmakça, yoz bir hırs, bir cesetten yayılan kötü koku dalgası gibi esip her yana bulaşıyordu.”
İnsanların arsız hırsları karşısında doğa adeta ağırbaşlı, merhametli bir anne gibi tasvir edilmektedir. Doğa, olabildiğince sessizdir, bazen ürkütücü boyutta bir sessizliktir bu…
“Ve dışarıda, toprağın üzerinde berraklaşmış zerrecikleri kuşatan ıssız, bakir doğa, tıpkı bu düşsel, gerçek dışı istilanın sabırla geçip gitmesini bekleyen kötülük ya da gerçeklik gibi muazzam ve alt edilmez bir şeymişçesine bir izlenim bırakıyordu bende.”
Öykünün en çarpıcı özelliği ise yazarının kullandığı dildir. Joseph Conrad, Polonya asıllıdır ve İngilizceyi 20 yaşından sonra öğrenmiştir. Sonradan öğrenmiş olduğu bir dille o dilin yazın alanında bir ‘klasik’ ortaya koymuş olmak, yazarının muhteşem dehasını gözler önüne sermektedir. Yazarın yıllarca denizcilik yaparak çok sayıda ülke görmüş olması elbette yaptığı güçlü gözlemler adına önemli ölçüde imkan sağlamıştır. Fakat onu en fazla tesiri altında bırakan ‘Kongo’ ya yaptığı yolculuk olmuştur. En yakın arkadaşı Edward Garnett, bu yolculuk için “bir denizciden bir yazara dönüşümünü” sağladığını söylemektedir.
T. S. Eliot, “The Hallow Men” (İçi Boş -Kof- Adamlar) şiirinin giriş kısmında öyküden bir bölümü alıntılayarak Conrad’e en güzel teşekkürü sunmuştur.
“İçleri boş adamlarız
İçleri doldurulmuş adamlarız
Birbirimize yaslanırız
Samanla doldurulmuş kafa parçalarımız.
Heyhat! Kurumuş tınımız,
Birlikte fısıldadığımız
Suskuncadır ve anlamsız
Kuru çimdeki rüzgâr misali
Ya da kırık cam üstündeki
Sıçanların ayaklarıdır kuru mahzenimizde.”
Kitapta kullanılan üslup öyle nazik ki iki türlü yorumlayabiliyorsunuz. Öykü bittiğinde hem gerçekten ırkçılığı sorguluyorsunuz hem de kendinizi ve yakın çevrenizi. Bir gemiye binip dünyanın öbür ucuna gitmenize gerek yok, maalesef bazen karanlık yürekler etrafımızda o kadar çok ki fark bile edemiyoruz. Hırslarımız ‘fildişi’, ezip geçtiğimiz değerler, insanlar Kongo halkı, doğa yine aynı doğa. Asırlardır garip hırslarımızın biricik seyircisi…
Zaten bunca zaman insana en büyük zararı veren yine kendi soyu olan insan değil mi?