Karl Marx, 5 Mayıs 1818’de Almanya’da doğmuş eğitimini de orada sürdürmüştür. Berlin Üniversitesi’de hukuk okuyan aynı zamanda büyük oranda tarih ve felsefeye ilgi duyan ve bu ilginin mirası olarak düşünce sistemleri tarihi içinde en çok konuşulan ve üzerine en çok yazılan düşünürler arasındadır. Aynı zamanda tarihte bugün 14 Mart 1883’de hayata gözlerini yumar.
Marx’ın gençlik yıllarına bakarsak “yabancılaşma” konusu okuduğu notlardan tuttuğu 1844 El Yazmaları’nda önemli bir yere sahip olmakla beraber geniş bir anlam yelpazesi içinde kullanır. Almanca’da bu sözcüğe karşılık gelen “Entausserung” ve “Entfremdung” terimleri vardır. “Entfremdung” etimolojik yapısı itibariyle yabancılaşma terimini “Entausserung” -daha çok yoksunlaşma manası içerir- kavramına göre daha iyi temsil eder. Her ne kadar böyle bir anlamsal ayrıma ulaşabilsek de gerek Marx, gerekse yabancılaşma mefhumunu o dönemde ünlü bir hale getiren Hegel olsun bu ayrımı pek de önemsemeden iki terimi de yabancılaşmayı temsil etmek üzere kullanmışlardır. Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da Entfremdung kavramının Marx’ın yaşadığı dönemde “Delilik” ve “Cinnet” gibi manalara sahip olduğudur. Dolayısıyla da yabancılaşma söylemine dahil olan her şeyi bir tür irrasyonalite içinde olduğunu düşünür.¹
Yabancılaşma kavramı özel mülkiyetin doğuşu ile ortaya çıkmış, kapitalist toplum yapısı ile artış göstermiş, bağımlılık ve ardından gelen sömürü ilişkilerini kapsar. Bu ilişki çerçevesinden bakılırsa üreticilerin üretici araçlardan uzaklaştırılması, üretiminin başka bir bireyin özel mülkiyeti haline gelmesi ve dolayısıyla da işçinin kendi emeğine yabancılaşması bu söylemin temel taşlarını oluşturur. Bu bahiste emeğin böyle mühim bir konumda olmasının sebebi Marx’ın bu kavrama atfettiği anlamlarda aranmalıdır. Zira emek, sadece insana özgü olan bir üretim aracıdır. İnsanlar sadece emek aracılığıyla kendilerini gerçekleştirebilir. “Peki emek söz konusu olduğunda insanı diğer canlılardan ayıran şey nedir? Bir karınca topluluğunun koloni oluşturma süreci de emek isimli kavrama dahil olmaz mı?” vb. soruların haklılık payı vardır lakin insan emeğinin yaratıcı işleve sahip bir özelliği olduğu unutulmamalıdır. Tüm tarihsel süreç boyunca diğer canlılardan daha çeşitli şeyler yaratmamız da bununla ilgilidir. İnsan, oluşacak nesneyi önce kafasında yaratır ve onu emek ile oluşturur. “Yaratıcı emek” olarak isimlendirebileceğimiz bu ilişki de insanın kendini gerçekleştirmesini sağlayan kırılma noktasıdır.
Marx’ın yabancılaşma fikrinde etkilendiği ve bu söylemine temel olan iki düşünür vardır. Bunlardan birincisi Hegel’dir. Hegel’e göre evren ve bu evrene dahil olan tüm nesneler mutlak bir Tin’in yani zihin veya aklın ürünüdür. Tin’in üç temel gelişim aşaması vardır. Birinci temelde Tin’in henüz gücünü keşfedememiş ve kendini gerçekleştirmemiş bir şey olarak karşımıza çıkar. Tin, kendini ortaya koyma sürecinde de doğadan istifade eder. Kendisini doğada gerçekleştiren Tin, kendisinden farklı bir şeye dönüşür ve kendisine yabancılaşır. Yabancılaşma ile beraber kendisinin nesnesi haline dönüşür. İkinci ve üçüncü aşamada da kendisine yabancılaşmasıyla beraber bilinçlenip bu durumu aşması gerekmektedir. Karl Marx’ı da bu yabancılaşma sürecinde emeğin yabancılaşması konusunda etkilemiştir. Marx’da emek üzerine konuşurken de söylediğimiz gibi Hegel’de de insan zihninde yer alan yaratıcı hayaller, imgeler veya tasarımları emeği bir araç, yol ile kendini gerçekleştirir. Makinelerin üretim sürecine dahil olmasıyla beraber yani yaratıcı emeğin ortadan kaldırılıp emeğin monoton bir eylem sürecine dönüşmesiyle beraber aynen Marx’da da söylediğimiz gibi kendisine yabancılaşır.²
Marx’ı etkileyen ikinci düşünür Feuerbach’dır. Feuerbach, yabancılaşma söylemine dinsel bir boyuttan yaklaşmıştır. İnsanlar, Tanrı adını verdikleri ve kendisinden her anlamda üstün bir kavram yaratarak onun boyunduruğu altına girmesiyle beraber kendisine yabancılaşmış bir hale bürünür. Marx’da göre yabanlaşma söyleminde yabancılaşmanın tek tetikleyicisin din ve tanrı olmadığı aksine tüm toplumun ve bu toplum içinde süregelen faaliyetlerle ilişkilendirir.
Kapitalist toplumların genel yapısını insanın kendisini gerçekleştirme aracını bir tür sömürü aracına dönüştürerek yabancılaşmayı oluşturmaktadır. Marx’ın kendi sözleriyle genel bir özet vermeden evvel metadan Marx’ın ne anladığını ortaya koymaktır. Meta en kısa tanımıyla alınıp satılabilen, insan ihtiyaçlarını gideren her şeyi kapsar.
İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların, dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece emtia* üretmekle kalmaz; genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.
Bu olgu şunu da dile getirir: Emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesnelleşmesidir. Emeğin edimleşmesi, onun nesnelleştirilmesidir. İktisat aşamasında emeğin bu edimleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görülür.³
*Alınıp satılabilen şey.
1: Wood, Allen W., “Karl Marx” Çev. Dilek Yücel & Barış Aydın, İletişim Yayınları, 2017. s. 64
2: Hegel, G. W. F., “Tinin Görüngebilimi” Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, 1986.
3: Marx, Karl. “1844 El Yazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe” Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 2005. s. 140.