David Lynch; 1946, A.B.D doğumlu yönetmen, ressam, müzisyen, marangoz ve radyo spikeri. Bu sıralama daha da artırılabilir. Etkin ve düşünsel eylem üzerine kurulu bir hayata sahip. 70 yaşında olmasına rağmen hala kısa filmleri ve klipleriyle kitlesini fazlasıyla etkiliyor.
Sürrealizm ve postmodernizm bizim çağımızda fazlasıyla önemli iki felsefe. Lynch filmlerinde iki felsefenin de farklı boyutlarda harmanlanmış halini görüyoruz. Genel kanı filmlerinin, rüya-kabus arası bir formda olduğu. Mesaj gayesi taşımayan, klasik olan her şeyden uzak duran, aykırı, obsesif, hikayeyi seyircinin kucağına kurdeleli paketle bırakmayan bir yönetmen. Bu yönleriyle Lynch sinema sektöründe ciddi farklarla adını yazdırıyor. Anlaşılmak ve onaylanmak gibi son dönem sinemasının sağlam taşlarını yerinden oynatıyor. Seyirci filmleri ya seviyor ya da nefret ediyor. Filmleri, düşüncelerin somut halleri ve seyircinin hayal gücüne bağlı olarak değişebiliyor. Tam olarak ‘ Evet konusu bu, izleyenlerin büyük bir yüzdesi filmin konusu hakkında aynı fikirde.’ filmlerinden fazlasıyla uzak. Bu kısım bile ilgi çekici olmasını sağlıyor kanaatimce.
Bilinçaltı insan ırkının hala çözebildiği bir yer değil. Günlük hayatta olaylara sebep sonuç ilişkisi kurulabilirken, bilinçaltı en basit evet/hayır olayını bile bambaşka şekilde yorumlayabiliyor. Bu yapıya aile ve toplum tarafından büyük oranda etki ediyor, bir şekilde bilinçaltı birilerinin istediği düşüncelerle doluyor ve kirleniyor. Ham bilinç halinde bunun farkına varamayan insanoğlu rüyalarında olayları çözmeye çalışıyor. Bambaşka bir evrenin kapısı ucundan aralanıyor. Kah iyi rüya görüp mutlu uyanıyor insan, kah kabus görüp korku içinde. Yapılan araştırmalar rüyaları tam olarak açıklayamıyor. Yapabildikleri en sağlam açıklama, bilinçaltındaki duygu ve düşünceler uyku halinde kontrol edilemediği için rüyalar toplumsal ve kimlik bazlı kişiyle alakalı olmayabiliyor ve düşünülmüş olma gerçekliği hakkında herhangi bir yorum bile yapılamıyor. Tüm uygarlıklarda rüya kavramına bir şekilde değiniliyor ve Lynch için rüya ve bilinç sinemaya aktarılan ve ruh yaratan bir gerçeklik.
Uygarlıkların hepsinde rüya var dedim ya bir de bu rüyaları anlamaya çalışanlar rüya yorumcuları var, rüya kapanları, hatta rüya satanlar var. Bir şekilde herkesin ilgisini çekmiş ama gel gelelim 21. yüzyılda hala anlaşılamamış. Büyük bir gizem olarak; her uyku halinde hatırlansa da hatırlanmasa da içeride küçücük makaralar dönüyor, çarklar gıcırdıyor, beyin gün içerisinde gördüğü insan suratlarını bir bir topluyor, aşağılarda kalan bir olay ortaya çıkarıyor ve bilinmeyen bir sistem çalışmaya başlıyor. Kişiler rüyalarını tam olarak hatırlayamıyorlar. Rüyalar genelde görene çok uzun gelse de saliseler içinde olan bir durum. Ve asla bir anlaşılma gayesiyle bilinç bunu göstermiyor size. Lynch ile bağlarsam konuyu, filmlerinin büyük bir çoğunluğunun rüya olduğunu düşünenlerdenim. Ve bu rüyayı biz görüyorsak, filmlerindeki kopukluklar rüyalarımızdaki hatırlayamadığımız kısımlarsa sanırım Lynch kendini bu üçgen içerisinde rüya yaratıcısı olarak görüyor; yani bilinçaltı. Rüyalarla oynuyor, istediğini gösteriyor ve hatırlamamızı sağlıyor, istemediğini unutuyoruz. Bana sorarsanız harika bir ego. Aynı zamanda fazlasıyla işlevsel bir ego. İçindeki tanrı rolünü, izleyiciye ”anlaşılmayan” yönetmen olarak kanıksatmayı çok iyi başarıyor.
Filmlerine gelirsem eğer anlatım tekniği ve dili açısından bir hayli zor bir yönetmen. Birkaç filmini izledikten sonra bazı ayrıntıları sürekli kullandığını fark ediyorsunuz. Mavi ve kırmızı renkler mesela. Sarışın ve esmer kadın, Femme fatale vurgular. Gerçeklik ve sürreallik arası karışan renkler. Ayrıca simgesel anlatıma başvururken ses faktörünü en enteresan şekilde kullanan bir yönetmen. Genellikle filmlerinde baştan sona -birkaç sefer izledikten sonra ayırt edilebilecek şekilde- ritmik, elektronik ve boğuk sesler var. Kaotik bir hava, karanlık bir atmosfer. Havada uçuşan sorular. Büyülü, gizemli, enteresan, derin, fantastik, yorucu, tedirginlik verici sıfatlarının hepsi kullanılabilir.
Sanat eğitimi almış olması filmlerindeki avant garde tavrı ve hissi biraz olsun açıklamaya yetiyor. Bu arada babasının bilim adamı olması sanırım Lynch için soru sormaya ve anlaşılmaz cevaplar almaya başladığı ilk noktalardan.
Benim en fazla kafa patlattığım filmi Rabbits Experience. 2002 yapımı 50 dakikalık, izleyici en fazla yoran filmlerinden. Lynch filmi bölümler halinde çekip hafta hafta sitesine eklemeye başladı. Toplamda 8 bölüm mevcut. Film olasılıklar üzerinden birbirinden çok farklı senaryolarla algılanabilmesi açısından çok enteresan bir film.
Olasılık teorisi bana her zaman ilginç gelmiştir. Değişkenleri değiştirmeden bile sonucu değiştirebilirsiniz bu tamamen nereden baktığınıza bağlı. Rabbits de bu durumdan dolayı –bence- sinema sektöründeki en kişiye özel filmlerden.
Tek bir odada geçen filmde, üç ana karakter var. Suzie, Jane ve Jack. Alfa, beta, omega gibi düşüyorum ben hep. Jane, beta, kadrajda görülen koltuğun sol köşesinde oturan, pek fazla olaya karışmayan ama olayla kesinlikle ilgisi olan bir karakter. Sabit ve donuk… Jack, alfa, odaya sürekli girip çıkıyor, daha heyecanlı ve hareketli. Suzie, omega, evde işlerin yürümesinden sorumlu gibi. Odadan, evden çıkmadan ayrılan bir tek o var. Film Suzie’nin ütü yapma sahnesiyle başlıyor. Mumlar sayesinde Lynch dışında kimsenin bilmediği dili konuşan canavarı getiriyor. Derinlemesine kaotik. Ama genel olarak bir farkla ayrılan sahneler var. Kırmızı ışığın gelmesiyle başlayan üç sahne, geçmişte olan bir olayı her karakterin tek başına ve müzikal tavırlarla tek başına anlatması üzerine kurulu. Genel bağlamda aynı şeyleri söylüyorlar. Yinelenen ve bütünlük kuramayan kelimeler mevcut. Diğer beş bölümde konuşmalar anlaşılmaz ve kopuk. Diyaloglar bozuk. Bazı soruların cevabı başka bir bölümde verilirken bazılarını anlamak pek mümkün değil. Hepsinin aynı ayrı takıntıları olduğunu düşündüğüm kısım bu beş bölüm. Ne anlatıyor kısmı için söyleyebileceğim tek şey sabrınız varsa bütün diyalogları yazıp eşleştirmeniz. Her karakterin tek olduğu üç bölümle ilgili olarak, olasılıklar kişiye göre artırılabilir. Bu tekilliğin ve aslında bütünlüğün oluşturulduğu sahnelerde görseller biraz değişiyor. Dikkatli bakarsanız, koltuğun arkasında kalan cama, metal bir korumalık geldiğini, minderlerin küçüldüğünü ve asla ütü yapılamayan gömleğin ütülendiğini görüyorsunuz. Burada anlatılan bir olay ne kadar karışık olsa da, karakterin insan mı tavşan mı bir ara form mu olduğunu anlamak ne kadar zor olsa da ortak olarak görülebilecek mevzu, bu üçünün, yağmurlu bir günde başlarına kötü bir olay geldiği. Histerik ve biraz rahatsız edici sahneler olduğunu kabul etmeliyim. Olayla ilgili insan bunlar derseniz, haneye tecavüz, saldırı, savaş gibi korkutucu bir durum olma olasılığı var ki çoğaltılabilir. Tavşan derseniz, bir salgın, tavşanları öldürmek için kullanılan bir ilaç olabilir, korkulan doğa durumları gibi seçenekler üretebilirsiniz. Bence üçüncü seçenek, bir ara form. İnsanımsı tavşan, tavşanımsı insan. Burada insan ırkına bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Gelişen her şey insanı korkutan, saklayan ve tekrar haline getiren bir sistem kuruyor. Tavşanla bağdaştırırsam, tavşanlar genelde ürkek, çok zeki olmayan, sistemin öğütücü ve çoğu zaman zararlı parçaları. İnsanların dünyaya zarar vermesinden tutunda yabancılaşmasına kadar her noktaya başarıyla çekilebilir bu. Veyahut bu ara form, araf kıvamında bir yer olabilir. Bu araftan çıkışın tek yolu iletişim kurmak olabilir ki filmi izlediğiniz de bu iletişimin bilinen ve anlaşılabilen bir iletişim olmadığını göreceksiniz. Belki olayın ne olduğunu Jane, Suzie ve Jack’in anlaması gerekiyordur, parçaları toplamaları gerekiyordur. Bilemiyoruz. David Lynch böyle bir adam işte. Tam olarak bilemiyoruz.
Yönetmen kişiliğinin yanı sıra, Lynch, transandantal meditasyonla yakından ilgileniyor. Uzunca bir zamandır her gün aynı saatte transandantal meditasyon yaptığını söylüyor. Dünya barışının bu meditasyon çeşidiyle sağlanacağını savunan bir derneği bile var. Kant metafiziğiyle örtüşen transandantal meditasyon, etkili bir bilinçaltıyla iletişim aracı. Bu durum filmlerin nasıl bu kadar ‘değişik’ olduğunu anlamada biraz yardımcı oluyor. Ayrıca yönetmenliğiyle yarışacak düzeyde sürrealist bir ressam. Ve filmler dışında reklamlar, tanıtımlar da çekiyor. Birkaç yıl önce, kendi kahve markasını yarattı ve işletmeleri de mevcut. Kendi kullanmadığını iddia ettiği mobilyalar yapıyor ve farkındalık üzerine seminerler veriyor. Dünyaya gösterdiği taraflarıyla gerçekten enteresan bir zeka. Son olarak, bana en mizahi gelen tarafı, yıllardır Amerika’da bir radyoda her gün hava durumu sunuyor olması.
Uzun bir yazı oldu, soyut bir yazı oldu. Çok olduysa affola.
Dipnot: “Golden sunshine, blue skies today.”