İlkokul ikinci sınıftayız, dersimiz Türkçe. Öğretmenimiz sınıfa girer girmez herkese birer beyaz kağıt dağıtıp ekledi ‘Mektup yazıyoruz.’ diye. Düşünüp taşınıp Almanya’da yaşayan teyzeme mektup yazmaya karar verdim. Yazmasına yazdım hatta yazmaya mektup ile başladım. Ama o mektup teyzeme hiç ulaşmadı, ben de sonra hiç mektup yazmadım. Ne kadar içime dokunduysa hem Oyuncak Müzesi’ni gezerken hem de Kırdığımız Oyuncaklar‘ı okurken çocukluğuma dair ilk aklıma gelen bu oldu. O yüzden birazdan okuyacaklarınız bu güzel iki eser, eserlerin sahibine ve hepinizin çocukluğuna açık mektuptur. Umarım bu sefer yerine ulaşır mektubum.
Bize yıllarca müziğin evrensel oluşunu anlatıp durdular. Peki ya oyuncaklar? Hangi kız çocuğu ilk annelik duygusunu oyuncak bebeği ile tatmadı? Elimizde oyuncağımız olmasa bile dil, din, ırk nedir bilmediğimiz o yıllarda hepimiz aynı oyunları oynamıyor muyduk? Evrenselliği sadece müzik ile sınırlandırmak oyuncaklara yapılan en büyük haksızlık sanırım. Oyuncak Müzesi’nin girişinde bulunan bebekler ile Kırdığımız Oyuncaklar‘da ise Züleyha’nın Elindeki Oyuncak hikayesinde şu sözlerle karşımıza çıkıyor;
“Bana oyuncağını gösterdi, her iki kulağının arkasında minicik birer kuş bulunan at biçimindeki bir su testisiydi bu; Türkçe konuşabilsem hemen bu oyuncağa dair bir masal uydurup anlatırdım ona.”
Dünya kirlendikçe mi oyuncaklar kirlendi? Yoksa oyuncaklar kirlendikçe biz mi kirlendik? Bu iki soru, Oyuncak Müzesi’nden çıktıktan sonra beynimi yiyip bitirdi diyebilirim. Güzelliklerle donatılmamız gerekirken, elimize aldığımız o silahlar, askerler, savaş için hazırlanmış deniz altları niye? Şimdiki cinayetlerin temelini attıklarını bilseler yine verirler miydiler elimize masum cinayet araçlarını? Sonra cevabı kitabın içindeki Yüzer… Dalar… Çıkar hikayesinde ki şu sözlerde buldum;
‘…o gece Dumlupınar’daki denizcilerden görevi olmayanlar uykuya dalmak üzeredir. Uykuya dalmakta olan bir insan, ne de çok benzer bir denizaltıya. Dalış sırasında kapakları kapanır denizaltının; uykudan önce de insanın göz kapakları!…’
Fark ettim ki hepimiz uykuya dalmadan önceki o basiretsiz ana doğmuşuz. İnsanlığın göz kapakları ha kapandı kapanacak.
‘Birikim nedir?’ sorusuna cevabını İş Bankası Kumbaraları ile öğrenenlerden biriyim ben de. Oyuncak Müzesi’nde katlar arasında dolaşırken etrafta gördüğüm İş Bankası Kumbara afişleri dikkatimi çekmişti. Afişlerin hem o kadar eski hem de bir o kadar yakın tarih gibi hissettirmesi fazlasıyla etkilemişti beni. Sunay Akın da benim kadar etkilenmiş olmalı ki kitabında da yer vermiş İş Bankası Kumbaraları’na. Hubaradan Kumbaraya adlı öyküsünü de şu sözler ile karşımıza çıkıyor;
“İçi para dolu bir kumbara, veznedar tarafından açılmak üzere bir İş Bankası şubesine ilk kez, Biga Mebusu Şükrü Bey’in oğlu tarafından götürülür, Süha adlı bu çocuğun kaç kuruş yatırdığı bilinmez; ama o günden sonra kumbara, bozuk paraları yutan bir canavara dönüşür. Çocuklar, misafirlerin elini öpmek için, gündüz vakti kendilerine yasak olan salona bir kaç kuruş koparmak umuduyla kumbaralarıyla girerken, annelerinin çantalarındaki bozuklukları da bazen hiç sormadan kumbaraya atmaya başladı!”
Peki madem kötülüklerin babasıydı kumbara niye vardı oyuncaklar diyarında?
Kırdığımız Oyuncaklar, 185 sayfada 40 hikayeye konuk olduğumuz, Oyuncak Müzesi ise hikayelerin içinde kahraman olduğumuz iki güzel diyar. Annem hep Adile Naşit’in kuzucuklarından biri olduğu için sevinir, o günleri anlatınca masal dinletilerine yetişemediğim için içimi hep bir hüzün kaplardı küçükken. O zamanlar bilmiyordum masalcı bir dedenin torunlarından biri olacağımı.
Sunay Hocam, 58 yılı dolu dolu yaşayıp bu dolulukları bizimle paylaştığınız için, eserlerinizde 8 yaşındaki Sunay ile bizi arkadaş ettiğiniz için ve en önemlisi hem Kırdığımız Oyuncaklar ile hem de Oyuncaklar Müzesi ile kimsesizler mezarlığından çocukluğumuzu çıkardığınız için teşekkür ederim.