2006 yapımı politik gerilim ‘’İskoçya’nın Son Kralı’’nda (The Last King of Scotland), Ugandalı diktatör İdi Amin (Forest Whitaker) ile genç doktor Nicholas’ın (James McAvoy) yolları kesişmiş, İdi Amin’in karizmasına kapılan Nicholas, Uganda’dadaki vahşetin en yakın tanıklarından biri olmuştur. Bir noktada benzerlik kurabileceğimiz ‘’Escobar: Kayıp Cennet’’ (Escobar: Paradise Lost)’’, çok yüzlü bir liderle yolu tesadüfen kesişen bir gencin peşine takılıyor.
Pablo Escobar tarihin en ünlü uyuşturucu satıcısı, Kolombiya’nın dünyanın kokain başkenti olmasının ardındaki en önemli figür. 70’lerin başında, doğup büyüdüğü Medellin bölgesindeki uyuşturucu trafiğinde söz sahibi olan ve 1993’te öldürüldüğü güne dek gücünü koruyan Escobar’ın hayatı, belgesellerle (Birbirinden etkileyici ilk ikisi: ‘’İki Escobar’’/ The Two Escobars, ‘’Babamın Günahları’’ / Pecados de Mi Padre) anlatıldı. Edebiyat da boş durmadı. Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez Kolombiya’daki paradoksa dikkat çekti. 1996’da yayımlanan ve tarihi belgelerden yola çıktığı ‘Bir Kaçırılma Öyküsü’ belgesel romanında, ülkenin karanlık dönemine ve Escobar’ın hikayesine odaklandı. İçinden Pablo Escobar geçen film (mesela ‘’Beyaz Şeytan’’ / Blow) ve dizilerde (mesela ‘’Entourage’’) ise Kolombiya’nın kötü şöhretindeki payının altı yeteri kadar doldurulmadı belki, ama otoritesi tartışılmadı.
Ülkenin travmatik geçmişiyle egzotikliğini birleştiren ‘’Escobar: Kayıp Cennet’’ (Escobar: Paradise Lost), Andrea Di Stefano’nun ilk uzun metraj filmi. Hemen belirtelim, ‘bir Pablo Escobar biyografisi’ değil! Aksine, uzaktan bakıldığında, türlü klişeleri kullanan bildik bir suç gerilimi. Ama…
Kanadalı bir gencin gerilim dolu hikayesinin anlatıldığı film, Kolombiya’da, hükümetin ve elbette ABD’nin uyuşturucuya topyekûn savaş ilan ettiği 1991 yılıyla açılır. İnancıyla dahi anlaşma yapan Pablo Escobar’ın teslim olmadan önceki son anlarına tanık oluruz. Nick (Josh Hutcherson), Escobar’ın devleştiği 80’li yıllarda gelmiştir ülkeye. Bir grup arkadaşıyla birlikte sörf yapmak, para kazanmak ve biraz da serüven yaşamak adına seçtiği bölgede, artık sörf yapamaz durumdaki abisinin hayallerini gerçekleştirmek, birinci önceliğidir. Parsel parsel yapılanan çeteleşmenin izin verdiği ölçüde tabii…
Escobar’ın yeğeni Maria’ya aşık olan Nick’in kaosa sürüklenişiyle hareketlenir hikaye. İşte bu noktada ‘klişe bir suç gerilimi’ girer devreye. Genç adam, istemeden de olsa suça bulaşır, kaçma – kovalama başlar… Kendisini bu görkemli imparatorluğa sürükleyen itici güçler derinleşmez, genç adamın kaygılı yüz ifadesi hiç değişmez.
Yapımcılar kimi konuları/olayları/kişileri defalarca ele alırlarken, kimilerine değinmezler nedense. Neredeyse yaşıtı olduğu La Violencia (Şiddet) döneminden kendi imparatorluğuna uzanan kısa yaşamıyla gizemini ve etkisini hala koruyan Pablo Escobar da bunlardan biri. Öte yandan, söz konusu aksiyon olduğunda olmazsa olmazı bölgenin kötü şöhretinden beslenmeye devam ederler. Kim bilir kaç sıradan suç filminde uyuşturucu kartellerinin ortasında bulmuşuzdur kendimizi… 1983 – 1991 yılları arasındaki dönemi geriye dönüşlerle anlatan Di Stefano, kapıyı bir parça da olsa aralamayı başarıyor neyse ki. Gerçekle kurguyu içiçe geçiriyor ve bu gerçekliğin hakkını veren bir Escobar portresi çiziyor. Klişenin arka planında Escobar’ın çok yüzlülüğünü, hükümet ve kurumlarıyla kurduğu kirli ilişkiyi ve domine ettiği ‘düzen’i belgeliyor. Satır aralarındaki karanlık dönem, son bölümde giderek tırmanan gerilimle gün yüzüne çıkarıyor. Ve Benicio del Toro… İyi eş, acımasız katil, halk kahramanı Escobar portresini ustalıkla yorumluyor.
Marquez, ‘‘Bunların hepsi sanki bir kitap yazmak için’’ cümlesiyle bitiriyordu kitabı. Dünya hala dönebildiğine göre, katılmamak elde değil: ‘Bunların hepsi sanki bir film çekmek için’…