Helene Bertha Amalie Riefenstahl
Helene Bertha Amalie Riefenstahl

Sinemaya İmzasını Atan Kadın: Riefenstahl

Sinema ve kadın, günümüzde en ilgi çekici konulardan. Kadının istismarı, kadının kariyeri, kadının metalaşması ve bunun gibi bir çok alt gündem içinde sinema ve kadın modern feminizmin başat konusu.

Peki sinema tarihinde kadın denilince akla gelen, bir çok eleştiriye ve sansüre maruz kalan kim?

Kadın Yönetmen : Helene Bertha Amalie Riefenstahl

Gerçek adı Helene Bertha Amalie Riefenstahl olan sanatçı 22 Agustos 1902’de Berlin’de doğdu. Çocukken okumayı, resim yapmayı ve dans etmeyi çok severdi. Dansçı olamaya karar verdiğinde hem geleneksel Rus balesinde hem de modern dansta kapsamlı bir eğitim aldı. 1920’de başarı vadeden bir dansçı olarak farklı ülkelerde performanslarını sergilemeye başladı ancak 1924’te sakatlanması, kariyerinin dilediği gibi devam etmesine engel olmuştu. Dansçı bir kız rolünde seyirciyi karşısına çıktığı “Wege zu Kraft und Schönheit” amatör bir oyuncu olarak sinemaya adım atmasını sağlamıştı. Ünlü yapımcı ve yönetmen Arnold Fanck ile tanışması da ona yaşamında önemli bir yol ayrımı sundu..

Fanck ile dostluğu Der Heilige Berg, Der Grobe Sprung ve belki de ikilinin en önemli yapıtları olan Der WeiBe vom Piz Palu (1929) ile devam etti. Fanck’ın filmlerinde Riefenstahl, hala dokunulmamış yüksek dağların güzelliğini ve tehlikelerini aksiyon dolu macera filmlerine eklemeye adanmış bir ekipteki tek kadındı. Sadece tırmanmayı ve iyi kayak yapmayı öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda kamera kullanımı, yönetmenlik ve kurgu ile ilgili de elinden  geleni yaptı.

Riefenstahl’ın ilk filmi

1932’ye gelindiğinde Riefenstahl farklı bir tür dağ filmi hayal etti, daha romantik ve mistik, kendisi tarafından oynanan bir kadının ana karakteri olacağı ve kendisinin yöneteceği.. Bu düşüncelerinin ardından  Das Blaue Licht (MAVİ IŞIK) ile  yönetmenlik koltuğuna oturdu. Film mağarada yasayıp dağ kristalleri toplayan bir kızın öyküsünü konu alıyordu. Başrolünü kendisinin üstlendiği filmi için özel kameralar geliştirdi ve gerçek iç mekânlarda çekimler yaparak önemli bir yapıma imza attı.

Mavi Işık, Riefenstahl’ın hayatına bir dönüm noktası getirdi. Adolf Hitler’in o ana dek gördüğü en iyi sinema eseri olduğunu belirtmesinin ardından kapılar ardına kadar açılacaktı. Bir toplantıda Hitlerle tanışan Riefenstahl, Hitler’e olan hayranlığını gizlemedi ve sonrasında Hitler’in ısrarlarına başlangıçta dirense de Naziler için filmler hazırlamaya başladı.

İradenin Zaferi

“Görevin değil tutkunun filmi”ni çekmek istediğini sıklıkla vurgulaması sonucunda 1934 yılında İradenin Zaferi‘ni (Triumph des Willens)  tamamladı. Nazizm övgüsü, militarizm güzellemesi ve Hitler’in tanrılaştırılmasının sinemasal zeminde en somut ifadesi anlamına gelen film,  şaşırtıcı görselliği ve çekim teknikleriyle tarihsel bir belge ve başyapıt olarak anılmaya başladı. Nazilerin 1934 yılında Nurenberg’de düzenlediği ünlü parti kongrelerinin görüntülerinden oluşan film, Hitler’in dev bayraklarla çevrelenmiş tören alanına girişiyle başlıyordu. Farklı ve özenle hazırlanmış kamera açılarıyla kutsanan otoritenin tek hâkimi, dünyayı cehenneme çevirmeye kararlı asker portreleri ve adeta büyülenmiş geniş halk kitleleri filmde ayrıntılarıyla ele alınmıştı. Yıllar sonra Cinéast dergisine kendisini savunan Leni Riefenstahl: İradenin Zaferi’ni yapmaktan dolayı üzgün olabilirim (…) Fakat dudaklarımdan hiç bir zaman anti-semitist sözcükler dökülmedi. Ne de o konuda bir şeyler yazdım. Asla anti-semitist değildim ve hiçbir zaman Nazi Partisi’ne üye olmadım. Öyleyse suçum nedir? Söyleyin bana.” diyordu.

Nazizm Çöktükten Sonra

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan, İngiliz, Sovyet ve Fransızlardan oluşan bir komisyon İradenin Zaferi‘nin Alman ve Dünya sinemalarında gösterimini yasaklasa da Venedik’te belgesel dalında Altın Aslan’a uzanan İradenin Zaferi‘nin ardından, yönetmen 1936 Berlin Olimpiyatları’nı filme çekme kararını aldı.  Propaganda Bakanlığı’nın finanse ettiği yeni film için hiç bir masraftan kaçınılmadı. “Halk Bayramı” ve “Güzellik Bayramı” adlarıyla iki bölüm halinde ve 1938 yılında gösterime giren “Olympia”, ideolojinin farklı bir boyutunu gözler önüne sermesi açısından kusursuz bir örnekti. Bir olimpiyat filmi olmanın ötesinde, ‘Üstün İnsan’ı simgeleyen atletlerin övgüsüne dönüşen eser, bu anlamda Eski Yunanlılar’ın -özellikle heykeldeki- kusursuz güzellik arayışlarının 20. yüzyıldaki ifadesi anlamına geliyor, faşistlerin estetik üzerine düşüncelerinin bir özeti gibi duruyordu. (Riefenstahl ise siyahî atlet Jesse Owensın görüntülerine de yer verdiğini hatırlatarak amacının sporcuların performansını yansıtmak olduğunu iddia etmişti.)

Fotoğraf estetiği bakımından belgesel sinemanın doruk noktası olarak kabul gören eserin çekimleri ve kurgulanması tam iki yılı buldu. Gösterime girmesi için Hitler’in doğum günü beklenmişti. 60 kamera ve 170 kişilik bir ekiple oluşturulan film, günümüz TV’lerinde kullanılan spor çekimlerinin de atası olarak kabul görecekti.

Riefenstahl Savaş Suçlusu ve Kara Listede

2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ve Nazi iktidarının yıkılmasından sonra savaş suçlusu olduğu iddia edilerek yargılanan; ancak beraat eden Riefenstahl kara listeye alınıp belgeselleri yasaklanmıştı.

Üzerindeki baskı ve engellemelerin sürdüğü 1960’larda Afrika’ya bir gezi düzenleyen ve burada Nuba kabilesi ile karşılaşan yönetmen, kabilenin güzelliğine hayran olmuştu. Onlarla birlikte tam 8 ay yaşamasının ve deneyimlerini fotoğraflara yansıtmasının hemen ardından yayınlanan kitabı, bir kez daha eleştirilerin merkezine oturmasına yol açmıştı. The Last of the Nuba adlı kitap, tıpkı Naziler gibi insan bedeninin güzelliğini kutsadığı gerekçe gösterilerek sanat çevrelerince kınanmasına yol açtı.

Leni Riefenstahl’in yanıtı oldukça sadeydi: “Nazi Almanyası’nın tasvir edildiği belgesellerimin de, savaş sonrası dönem fotoğraflarım gibi birer sanat ürünü olduğunu düşünüyorum. “Ben, eserlerimde asla propaganda amacı gütmedim.”

Yaşam boyu kendisini geliştirme

70’lerin ilk yarısında su altını keşfettikten sonra 72 yaşında dalgıçlık diploması alarak su altı belgeselleri çekti. Daha önceki çalışma prensibi gereği filmlerini kendi kurgulamak için değişen yeni kurgu teknolojilerini öğrenmesi sonucu ortaya koyduğu su altı dünyasına kendi bakış açısı Riefenstahl’in  estetik bakış açısından hiç bir şey yitirmediğini kanıtlar nitelikteydi.