“Bir insanın sadece gerçeklerle yetinmesini aklım almıyor.”
“Hiçbir şartta katliamlara ve savaşlara dahil olmayın. Bu savaşlar için silah üreten şirketlerde çalışmayın. Hepimiz öyle ya da böyle düzenin içinde yaşamak zorundayız. Ama bizden farklı oldukları için insanları öldürmek zorunda değiliz. İnanmadığınız hiçbir partiye oy vermeyin, cinayetlerin ortağı olmayın.”
Bu sözler II. Dünya Savaşı’na katılmış, bombardıman altında kalmış, savaş esiri olmuş yine de hayatta kalmayı başarabilmiş Kurt Vonnegut’ a ait. Onun çocuklarına verdiği öğütler. Son kez nefes aldığında hâlâ Amerikan Hümanistler Birliği’nin onur başkanı olan Vonnegut, eserlerinde savaşı, politikacıları ve rantçı din adamlarını başarı ile hicvetmiştir. İlk büyük çıkışını yaptığı 1963 yılında yayımlanan “Cat’s Cradle – Kedi Beşiği” adlı eserinde kendi gerçekçiliği içerisinde Bokononizm dinini uydurmuş, fantastik bir kurgunun içerisinde din-politika ilişkisini eleştirmiştir.
Kurt Vonnegut’un ilk olarak 1968 yılında yayımlanan öykü derlemesi “Welcome to the Monkey House – Maymun Evine Hoş Geldiniz”in kendi yazdığı önsözünün bir kısmına kulak vererek onu tanımaya başlayalım:
“Kurt Vonnegut, Jr.’ın kısa eserlerinden oluşan bu retrospektif sergiye hoş geldiniz – Vonnegut hâlâ ziyadesiyle aramızda ve ben hâlâ ziyadesiyle Vonnegut’ım. Almanya’da bir yerde, Vonne adında bir akarsu var. Tuhaf adımın kaynağı orası işte.
1949 yılından beri yazarım. Kendi kendini eğitmiş bir adamım. Başkalarına yararı dokunabilecek şeyler yazmak gibi bir iddiam yok. Yazdığım zaman, sözüm ona ne olmam gerekiyorsa o olurum. Bir metre seksen sekiz santim boyundayım ve yaklaşık doksan kilo geliyorum. Yüzdüğüm zamanlar hariç elime koluma hiç hâkim olamam. Yazma işini o emanet et yığını yapar. Ama suyun içindeyken bana doyum olmaz.”
Ailesini ve romanlarındaki temayı ise şöyle anlatıyor:
“Babam ve baba tarafından büyükbabam, İndiana’nın İndianapolis kentinden iki mimardı. Ben İndianapolis’te doğdum. Anne tarafından büyükbabamın orada bir bira fabrikası vardı. Büyükbabam Lieber Lager adındaki birasıyla Paris Fuarı’nda altın madayla kazanmıştı. Biranın sırrı, içindeki kahveden geliyordu.
Benden sekiz yaş büyük tek erkek kardeşim, başarılı bir biliminsanıdır. Uzmanlık alanı, fiziğin bulutlarla ilgili bölümüdür. Adı Bernard’dır ve benden daha komiktir. İlk çocuğu Peter doğduktan ve eve geldikten sonra bana yazdığı bir mektubu hatırlıyorum. ‘Hâlime bak ,’ diye başlıyordu mektup, ‘neredeyse her yerden bok temizliyorum.’
Benden beş yaş büyük olan tek kız kardeşim kırk yaşındayken öldü. Onun boyu da bir seksenin belki bir anström üstündeydi. Eşsiz bir güzelliği vardı. Suyun içinde de dışında da zarif hareket ederdi üstelik. Heykeltıraştı. Vaftiz edilirken ‘Alice’ adı verilmişti ona ama o gerçek bir Alice olduğunu inkâr ederdi. Aynı fikirdeydim. Herkes aynı fikirdeydi. Belki bir gün rüyamda onun gerçek isminin ne olduğunu öğrenirim.
Son sözleri ‘Acı yok.’ oldu. Güzel son sözlerdi bunlar. Onu öldüren şey kanserdi.
Romanlarımın iki ana temasının, kardeşlerimin ağzından çıkan bu iki cümle olduğunu fark ediyorum şimdi: ‘Hâlime bak, neredeyse her yerden bok temizliyorum.’ ve ‘Acı yok.’”
11 Kasım 1922’de doğan Kurt Vonnegut Jr., babasının da aynı ismi taşıması sebebiyle ilk dönem eserlerinde Jr. şeklinde anılıyordu. Daha sonra babasını kaybedince bu ibareyi eserlerinden çıkardı. Savaş çalkantıları içinde gidip gelen bir yaşamöyküsü olan Vonnegut 1940-42 yılları arasında Cornell Üniversitesi’nde biyokimya eğitimi aldı. Eğitimini tamamlamadan gönüllü olarak askere yazıldı. 1942-45 yılları arasında Amerikan Hava Kuvvetleri’nde yer aldı.
Vonnegut doğduğunda annesi ve babasının mutlu bir ilişkisi vardı. Baba Kurt mimardı, anne Edith ise ailesinden kalan mirası sayesinde ekonomik özgürlüğü olan bir kadındı. Fakat aile Buhran döneminde ekonomik sıkıntıya girdi ve ihtiyaçlarını karşılayamaz oldular. Evlerini satmak durumunda kaldılar. Bu dönemde annesi psikolojik sorunlar yaşaya başladı ve alkolik oldu. Aynı zamanda antidepresan bağımlısıydı. Kurt Jr. Anneler Günü’nü kutlamak için askeri eğitimden eve döndüğünde, annesinin aşırı dozda uyku ilacı alarak intihar ettiğine şahit oldu. Henüz yirmi bir yaşında olan Kurt Jr. belki bu yıkımın da etkisiyle Almanya’ya savaşmak için gitti. Yıllar sonra The Paris Review’a verdiği bir röportajda annesini şöyle anlatıyordu: “Çok zeki, kültürlüydü ve iyi bir yazardı. Keşke yaşasaydı ve benim bir yazar olduğumu görebilseydi. Torunlarıyla tanışabilseydi.”
Vonnegut savaş sırasında Almanlara esir düştü ve rütbesiz asker olarak çalıştırılmak üzere Dresden’e gönderildi. Burada Amerikan bombardımanına tanık oldu. Birkaç saat içinde 135000 insan hayatını kaybetmişti. Vonnegut şans eseri hayatta kalabilen yedi Amerikalı’dan biriydi. O dönem yazdığı mektup ruh hâlini çok net bir şekilde yansıtıyordu:
“Sevgili insanlar:
Bana söylendiğine göre, size görev sırasında kaybolduğum dışında bir bilgi verilmemiş. Herhalde Almanya’da yazdığım mektuplar da ulaşmadı. Açıklayacak çok şey var.
Kısaca:
Hitler’in son çırpınışı ile Lüksemburg ve Belçika’dan saldıraya geçerek bölüğümüzü bozguna uğrattığı 19 aralık 1944’ten beri savaş esiriyim. Yedi fanatik tank bölüğü bize saldırdı ve Hodges’ın ordusunun geri kalanından ayırdı. Diğer Amerikan bölükleri geri çekilmeyi başardı. Bizim kalmamız ve savaşmamız gerekti. Süngüler tanklara karşı pek işe yaramıyor. Mühimmat, yiyecek ve tıbbi malzemelerimiz bitti, savaşamayacak halde olanların sayısı savaşabilenlerin sayısını geçti biz de teslim olduk. 106. bölük hem başkandan ödül aldı hem de Montgomery’den İngiliz ödülü aldı. Bana sorarsan buna hiç değmez. Ben yaralanmayan az sayıda insandan biriydim. Bunun için tanrıya çok şükrettim.
…Noel arifesinde Kraliyet Hava Kuvvetleri işaretsiz trenimizi bombaladı. Yaklaşık 150 kadarımızı öldürdüler. Noel’de biraz su alabildik ve yavaşça Berlin’in güneyinde, Muhlberg’teki savaş esiri kampına getirildik. Yılbaşında kamyonetlerden salındık. Almanlar bizi yakıcı sıcaklıktaki bit temizleme duşlarına sürdü. On günlük, açlık, susuzluk ve yorgunluktan sonra duşlarda şoktan birçok adam öldü. Ama ben ölmedim.
…14 Şubat’ta Amerikalılar, Kraliyet Hava Kuvvetleri ile beraber Dresden’i bombalayarak 24 saat içerisinde iki yüz elli bin kişiyi öldürdüler ve Dresden’i (büyük ihtimalle dünyanın en güzel şehri) yok ettiler. Ama ben ölmedim. Bu olaydan sonra ceset taşıma işini bize verdiler. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, çarpmadan, yangından veya boğulmadan ölenler. Şehirdeki dev cenaze ateşlerine cesetleri taşırken siviller bize küfür etti ve taş attı.
General Patton Leipzig’i aldığında yürüyerek Çekoslovakya sınırına götürüldük. Savaş sona erene kadar orada kaldık. Rusların ayrık direniş gruplarını temizlemeyi kafaya koyduğu o kutlu günde gardiyanlarımız bizi bırakıp kaçtı. Uçakları bizi bombalayıp on dördümüzü öldürdü. Ama ben ölmedim. Sekiz kişi bir at arabası ve atları çaldık. Sudetenland’den geçerek sekiz gün boyunca yağmaladık ve krallar gibi yaşadık. Ruslar Amerikalılara deli oluyor. Ruslar bizi Dresden’den aldılar. Oradan Ford kamyonlarla Halle’deki Amerikan hatlarına gittik. Oradan da Le havre’ye uçtuk. Size Le havre’deki savaş esiri iade kampından yazıyorum. Şahane besleniyor ve eğlendiriliyorum. Gemiler tıklım tıklım. Sabırlı olmam lazım. Bir ay içinde evde olmayı umuyorum. Eve gelince Attery’de 21 gün nekâhat izni ve 600 dolar ödeme ve – sıkı durun- altmış gün ücretli izin alacağım.
Anlatacak çok şey var, gerisinin beklemesi lazım. Burada mektup alamıyorum, boşuna yazmayın.
29 mayıs 1945,
Sevgilerimle,
Kurt-jr,”
1969’da yayımlanan ve yazarın başyapıtı kabul edilen Mezbaha No:5, bu mektubun etkisiyle okuduğunda içinde barındırdığı otobiyografik özellikler kolaylıkla fark edilebilir. Bu romanı yayımlandığında okurlar tarafından çok ilgi gördü. Vonnegut bu işten iyi para kazandı. Durumu yine alaycı üslubuyla “Orada öldürülen her kişi başına üç dolar kazandım.” şeklinde açıklıyordu.
Savaştan döndükten sonra gazetecilik, halka ilişkiler ve hatta İngilizce öğretmenliği gibi birçok farklı meslek denedi. En sonunda yazarlıkta karar kıldı. Vonnegut; “Eskinden General Electric’te halka ilişkiler görevlisi olarak çalışırdım. Sonra ‘ucuz roman’ diye anılan ve büyük çoğunluğunu bilim-kurgunun oluşturduğu kurmaca türünün serbest bir yazarı olup çıktım. Bu değişikliği yapmakla ahlaki açıdan kendimi geliştirmiş mi oldum, henüz bilemiyorum. Yargı Günü Tanrı’ya yöneltmek istediğim sorulardan biri de budur.” yazarlığa geçiş sürecini böyle anlatıyordu.
Hayatı boyunca 14 roman, birçok öykü ve sahne oyunu bir o kadar da makaleye imza atan Vonegut’un ilk romanı ‘Otomatik Piyano’ bilim-kurgu türündeydi ve 1952 yılında yayımlandı. Yazdıklarını çocukluk aşkı olan ve çok sevdiği karısıyla paylaşıyordu. Hatta öykülerini bazı dergilere eşi Jane gönderiyordu. Ayrı kaldıkları zamanlarda onunla mektuplaşarak kurmacalarındaki karakterleri şekillendiriyordu. Üç çocukları vardı, 1950’lerin sonlarında kız kardeşi Alice’in kanserden hayatını kaybetmesi, ondan bir süre sonra da Alice’in eşinin tren kazasında ölmesi üzerine onların üç çocuğunu da evlatlık edindiler.
Elektrik idaresinde halka ilişkiler bölümünde çalıştığı zamanki deneyimlerini 1963 yılında yayımlanan ve adından söz ettirecek romanı Kedi Beşiği’nde kullandı. Bu fantastik, bilimkurgu karışımı romanda din-siyaset ilişkisini alaycı bir dille ele aldı. 1985 yılında yayımlanan Galapagos adlı romanında MS 1986 yılının bir milyon yıl sonrasından seslenen bir anlatıcının ağzından dile getirilen bir kıyamet senaryosudur. Kitap ‘Şöyleydi’ ve ‘Böyle Oldu’ adını taşıyan iki bölümden oluşur. İlk bölümde anlatılan zamandan bir milyon yıl önce, 1986’ya kadar yaşananlar anlatılırken ikinci bölümde ise bir milyon yıl içinde olan bitenler anlatılır. Anlatıcı kimi zaman okura doğrudan seslenerek karakterlerin geleceği hakkında ipuçları verir. Vonnegut’un genel olarak anlaşılabilir bir dil tercih ettiğini söylemek gerekir. “Bir çocuğun diliyle yazıyorum. Bu da beni lisede okunabilir kılıyor.” diyor bu konuda kendisi.
Mezbaha No 5 kitabı büyük başarı yakalasa da Vonnegut bu dönem depresyonla mücadele ediyordu. 1971 yılında eşinden boşandıktan sonra tek başına New York’ta yaşadı ve bu süreçte yazma sıkıntısı çekti. Oğlu da psikoz hastası olmuştu. 1979 yılında ikinci eşi, profesyonel fotoğrafçı Jill Krementz ile evlendi ve bir kız çocuğu evlat edindiler. Fakat depresyonu gittikçe ağırlaşıyordu. 1984’te aşırı dozda uyku ilacı ve alkol alarak intihar girişiminde bulundu. Çok sigara içiyordu. Yine kendisi Maymun Evine Hoş Geldiniz’in önsözünde; “Bir keresinde güzel bir kız bir kokteyl sırasında yanıma gelip; ‘Bugünlerde ne yapıyorsunuz?’ diye sordu. ‘Sigara içerek intihar ediyorum.’ dedim. Kız bunu gayet komik buldu. Bense aynı fikirde değildim. Kanser çubuklarını soğurarak hayatı böylesine hafife almanın çok çirkin olduğunu düşünüyordum. Ben Pall Mall içerim. Gerçek intiharcılar Pall Mall içer. Özentilerse Pell Mell.’” sigara ile ilişkini böyle aktarıyordu. Hatta sigara paketinin üzerindeki ‘öldürür’ uyarısına rağmen hâlâ ölmemiş olması sebebiyle sigara şirketine dava açacağı esprisi gündeme gelmişti. Fakat beklenildiği gibi sigaradan değil 11 Nisan 2007’de evinin merdivenlerinden düşerek hayata veda etti. Mezar taşına “Her şey güzeldi ve hiçbir şey canımı yakmadı.” yazdıracak kadar alaycı ve sıradanlıktan çok uzak bir insandı.
Ardında uzun yıllar adından bahsettirecek eserler ile birlikte, kendisi gibi birinin okuyabilmenin şansını bıraktı bizlere.