Sanatçılarımızın, düşünürlerimizin doğum ve ölüm yıldönümleri gibi önemli tarihlerde haklarında birkaç şeyler karalamak adetimizdir. 19 Haziran tarihi bu yüzden bizim için oldukça önemli. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mektuplarının ortaya çıkartılıp yayınlanmasıyla beraber resmi olarak bilinen 23 Haziran tarihli doğum gününde değil de asıl doğduğu günde onun üzerinde konuşmayı tercih ettik. Cimcoz’lere Paris’te iken yazdığı 25 Haziran 1953 tarihli bir mektubun ileri satırlarının arasında doğum gününü şöyle hatırlatır Tanpınar:
Evet efendim böylece 53 üncü yaşımızın ikinci gününü, ömrümüzde görmediğimiz bir rahat ve Avrupalıca konfor içinde, sanki hakiki bir ministro veya ağırlanması gereken bir misafir imiş gibi geçirdik. İyi mi! İyi! Ama birşey eksik, bilmediğim birşey… Sahiden unutmuşum. Ömrüm denen traji-komik hikayenin bundan elli üç sene evvel bir on dokuz haziranda bir yığım viyaklama, aksırık, öksürük, babamın sevinci ve heyecanı, anamın sancıları arasında başladığını unutmuştum. İkisi de yoklar bugün, Allah rahmet eylesin!
Mektupları edebi yönüne ve yaşantısına yönelik önemli ipuçlarını içermektedir. Özellikle de “Antalyalı Genç Kıza Mektup” isimli mektupta Tanpınar doğumundan itibaren yaşamı ve edebi yönü hakkında önemli detaylar vermektedir. Yazıya farklı bir açıyı vurgulayarak girdik aynen devam edelim zira bu mektubun bir kıza yazılıp yazılmadığı dahi tam anlamıyla açık değildir. Genç bir kızın gönderdiği iddiası, 1960-1961 bahar eğitim-öğretim döneminde Gönül Tecim adı verilen bir lise öğrencisinin hocasının verdiği ödev üzerine bu mektubu gönderdiği bilinip, Tanpınar’ın günlüklerinde 1 Ocak 1961 tarihli sayfasında da “Küçük bir kızdan bir çeşit provokasyon mektubu aldım” cümlesi ile desteklenir. Ancak bu noktada tarihlerin açıkça uyuşmadığını ve yazılı olarak elimizde sadece liseli bir erkek öğrencisine gönderilen bir mektubun olduğunu vurgulamak gerekir. Nitekim mektubun sonunu da şöyle bitirir Tanpınar:
“Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. Bilmem liseniz hala eski yerinde, yani Ambarlı’da mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduğum genç adamı hatırlattınız. Onun heyecan ve şaşkınlığını yaşadım. Size teşekkür ederim. Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin. Minnettarım. Mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum.”
Mektubun Tanpınar için oldukça önemli detaylar verdiğinden bahsetmiştik. Fakat her şeyden evvel bu mektupla beraber Tanpınar’ın yazığı her şeyde kendi yaşantısının ve görüp etkilendiği her şeyin ne kadar ön planda olduğunu fark ederiz. Bu analizi ileride tekrar edeceğimizi söyleyerek, aynı mektupta şunları yazdığını belirtelim:
Aynı günlerde yine bulunduğumuz memlekette denizin bir başka manzarasıyla karşılaştım. Güvercinlik denen deniz mağarasını gördüm. Bu mağara suyun hücumuyla, açılıp kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey oldu. Dediğim gibi, gördüklerimi henüz küçük bir keşif haline getirecek seviyede değildim. Fakat estetiğimin temeli olan rüya fikri, biraz da bu mağaraya bağlıdır.
Tanpınar hakkında bir şeyler yazılacaksa onun edebi ve politik yönü üzerine yazılmalı. Yukarıda bahsi geçen mektuplar incelendiğinde şairliği ne kadar dert ettiğine tanık olursunuz. Ahmet Kutsi ile yazışmalarında kelimelerin, seslerin mükemmelliği üzerinde koşturup durur. Hatta sayfalar süren yazılarının sonunda dayanamaz ve “Görüyorsun, tam bir çıkmazın içindeyim. Ne halt edeceğimi bilmiyorum.” diyerek hayıflanır umutsuzca.
Kitaplarım satılsaydı, yahut mucize kabilinden bir servet ele geçseydi, üniversiteden de ayrılırdım. Yalnız şair olarak yaşamak. Ömrünü sadece eserine ve güzelliğine vermek, işte bütün ömrümce temenni ettiğim.
Tüm hayatı boyunca da bu mükemmellik üzerine koşturmak istedi. Parasızlık onu bu koşuşturmadan alıp üniversite kürsülerine bıraktı. Üniversite kürsülerine atanmasıyla beraber burada okutulması için bir edebiyat tarihi yazmaya başladı.. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni yazdığı yıl Huzur’u da yayınlar. Huzur gibi tüm roman ve hikayeleri bizim için oldukça önemli. Kendisinin de dediği gibi “şiir söylemekten ziyade bir susma işidir. O sustuğum şeyleri de hikaye ve romanlarımda anlatırım”. Tüm hikaye ve romanlarında politik eleştiriler yapar ve siyasete yönelik kendi düşüncelerini aynen aktarır bize. Huzur romanı tam anlamıyla susulan bu şeylerin sembolleşmiş karakterler üzerinden anlatımı üzerine kurulu bir romandır.
Romanda huzura kavuşma süreci içindeki Mümtaz tam manasıyla eskiden gelen ve yeniden inşa edilen değerler arasında ezilen, bu ezici çatışmanın altından süzülmeye çalışan Türkiye’yi temsil eder. Bu yüzden romanda iki zıt karakter vardır. Bunlar Nuran ile Suat’tır. Nuran, güzelliği ve kültürüyle ön plana çıkar. Nuran temelini derin bir tarihten alan bir kültür sembolü iken İhsan ortadan kaldırılması gereken; birikmiş, gecikmiş bir kültürün vücuda bürünmüş halidir. Buradaki intiharın Ecinniler’deki Stravrogin’in intiharı ile bir benzerlik kurulabilir. Hatta kurulmalıdır. Tanpınar etkilendiklerini ve yaşantılarını eserlerine aktaran bir şairdir. Bu yüzden romanlarında Oscar Wilde’dan Kafka’ya, saygısını esirgermediği hocası Halil Yınanç’tan dostu Peyami Safa’ya kadar romanlarında kimi zaman açık, kimi zaman da kapalı atıflar yapar. Mümtaz’ın huzura kavuşma isteğini en açık olarak; “Huzuru Nuran’da değil kendi içimde aramalıyım” sözleri ile beraber tüm sembolleri açığa kavuşur. Derin bir tarihi temel alan kültürü sembolize eden Nuran’ın yani Osmanlı kültürünün bırakılıp yerine yeniden sentezlenmesi gereken bir kültür yaratılması gerektiği sonucuna varılır. Tanpınar döneminde yoğun olarak tartışılan hatta günümüze kadar da tartışması süregelen “Doğu mu Batı mı?” münakaşasına dair fikirlerini böylece ortaya koyar.
Kültür sorununu dert ettiği anlaşılacak olur ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde de bu eleştirilere devam eder. Bir kültüre doğru yönelmek isteyen Türk toplumunun bir türlü karara varamayıp iki uç nokta arasında çalkantılanıp yanlış bir şekilde modernleşmesini tasvir eder. Romanın en olgun karakteri olan ve Tanpınar’ın da bizzat görüşlerini içeren Hayri İrdal tüm tarih ve kültüründen sıyrılıp Batılı olmaya çalışan ama asla bu emeline ulaşamayan bir model olarak karşımıza çıkar. Dr. Ramiz gibi kahramanlarla beraber de Batılılaşmanın nasıl olması gerektiği üzerine bir anlatı karşımıza çıkar.
Huzur’a geri dönersek Suat’ın romanda yer alması ve yok edilmesi birebir kendi hayatını yansıtır. Çünkü Tanpınar da Cumhuriyet ile Osmanlı’nın yoğun çatışma döneminde yaşamış, hatta bir gün öğrencilerine şöyle bir itirafta bulunmuştur: “İşimiz çok zor çocuklar. Benden çok şey bekliyorsunuz ama ben Osmanlı döneminde yetişmiş bir adamım ve alışkanlıklardan kopmak çok güçtür.” Romanda mazi kültürün temel alınmasıyla ilerlenmesi taraftarıdır ve politik yönden “yeni yazı”nın gelmesine de açıkça karşıdır:
Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir seraptır. Uzaktan namütenahi bir şey gibi görünür. Fakat yaklaşım mı, beş on motifin ve modanın içinde kalırsın; yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik, yahut yüksek tabaka kültürü, ondan birçok yerlerde kopmuşsun… ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış.
Mümtaz:
– İşte ben bunu imkansız görüyorum, dedi. Çünkü dediğiniz gibi dizi koptu bir kere. Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu beş kitap bulamayız. Dar muhitlerin dışında, eskilerden zevk alan gittikçe azalıyor. Biz galiba son halkayız. Yarın bir Nedim, bir Nef’i, hatta bize o kadar çekici gelen eski musiki ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek.
Modernleşme meselesi en kısaca, eski kültürün devam ettirilip fakat aynı zamanda da Suat’ın intiharı gibi ondan bağımsızlaşmamız gereken, yani yüzümüzü Batı’ya çevirmemiz gerektiği şeklinde özetlenebilir. Tanpınar’ın politik macerası tamamlanamamış bir romanı olan Aydaki Kadın’da da aynen devam eder. Bu romanın bitememiş olması üzücüdür. Zira Tanpınar bu romandan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden daha derin ve felsefi konuları ele alacağından bahsedip sembolik bir roman olacağından bahsetmiştir. Bu romanda 1956 yazında CHP milletvekili olan Selim’in bir günde yaşadıkları anlatılır. Bu noktada Tanpınar’ın da 1942-1946 yıllarında CHP milletvekilliği yaptığı unutulmamalı ki yine yarattığı karakter üzerinden kendi görüşlerini izah ettiği açıklık kazansın. Romanda bu sefer eleştirilerin yönü Demokrat Parti iktidarına çevrilir ve toplumun düştüğü durumlar ilerleyen sayfalarda açıkça ve defalarca betimlenir:
Dört gece evvel bu kapının arkasında ve bu çiçeklerin arasında en garip tecrübelerimden birini geçirdim. Her cinsten çıplak omuz, göğüs, tebessüm, sahte veya hakiki mücevher parıltısı, pudra, çiçekle karışmış dişi kokusu ve can sıkıntısı. Beyoğlu. Sadece eğlencelerini düşünen küçük sefaret memurları. Onlara alafrangalık namına yaltaklanan, Maurice Dekobra ile Paul Geraldy’nin Toi et moi’sından söz açan hanımlar. Kalantor Ermeni, Rum, Yahudi tüccarları. Alabildiğine yaşamak hırsı, kadın ve para avcılığı. (…) Bir Ermeni cemaat namzedi Erceyiş için yazdıklarımı hatırladı. Alkol, adab-ı muaşeret ve alakasızlık su gibi akıyordu. Belki bizden fazla okuyorlar, muhakkak bizden fazla çalışıyorlar, hatta belki bizden fazla ve iyi düşünüyorlar. Fakat bir çeşit kapanma ve alakasızlık bütün imkanları kurutuyor. Bir yığın kabuklaşmış süfre .. Her şeyi satıhtan almağa mahkummuş gibi yaşıyorlar. Beyoğlu… Biraz da onların.
Bu tür toplumsal bozulmalarla beraber ekonomik olarak da çöküldüğü vurgulanır:
Kötü, hatta korkunç… Büyük bir krize girmek üzereyiz. Paramız düşüyor ve daha da düşecek. Para yerine itibari bir değerler silsilesinde yaşıyoruz. Bunun neticesini elbette göreceğiz … Hem enflasyon, hem para darlığı… En korkuncu ikisinin beraber olması. Dolar karaborsada gittikçe yükseliyor. Dün on üçle on yedi arasında idi. Nasıl hoşunuza gidiyor mu?
Tanpınar’ın şiirlerinde sustuklarımı roman ve hikayelerinde anlatması gösterildiği üzere böylece anlam kazanır. O tüm yaşantısını, arkadaşlarını, siyasi görüşlerini ve kimi zaman da sanatsal zevklerinin hepsini bize iletir. Huzur romanında oldukça önemli bir sembolik olay olan Suat’ın Beethoven’ın Opus 132 La Minör Kuarteti’ni dinleyerek intihar edişi yine Tanpınar’ın yoğun Beethoven sevgisinden gelmektedir. Nitekim günlüklerinde de Beethoven’dan başka sevdiği bir musikişinasın olmadığını bile söyler bize. Onun günlükleri en yalnız olduğu zamanlarda, en mahrem sığınağı olmuş, kendi karakterini tam anlamıyla yansıtmıştır. Yazıp çizdiği her şeyde olduğu gibi.