William Shakespeare

Shakespeare Olmak Ya da Olmamak

Son birkaç aydır elimi attığım her kitaptan Shakespeare’in çıkıyor oluşuydu belki de beni bu konuda yazmaya teşvik eden. Ama sonradan asıl amacımı Shakespeare hakkında var olan iki görüşten en az bilineni yani Shakespeare’in aslında Shakespeare olmadığı görüşünün daha fazla bilinmesini de istemedim değil.

William Shakespeare’in tam doğum tarihi bilinmemekle beraber 26 Nisan 1564’te vaftiz edildiği kayıt altına alınan 16. yüzyılın ve 17. yüzyılın il çeyreğine damgasını vuran bir şairdir. Shakespeare’in hayatı hakkında çok fazla bilgi elimizde bulunmamakla birlikte 18 yaşında Anne Hathaway ile evlendiğini, üç çocuğunun olduğunu ve bunlardan son ikisinin ikiz olduğu elimizde bulunan ona ait ilk bilgilerdir. 1585-1592 yılları arasında da aktör yazar ve bir tiyatro şirketinin sahibi olarak kariyerine başlamıştı.

Shakespeare hakkında ikinci planda tutulan gerçekleri meydana çıkaran ilk kişi Amerikalı yazar Mark Twain’dir. Twain’in ilk baskıları orijinal, sonraki baskıları sansürlenmiş olan “Otobiyografilerim” adlı eserindeki Shakespeare Öldü Mü? bölümünde Twain onu şeytanla kıyaslamış ve ardından da Shakespeare’in hayatı boyunca tek bir oyun bile yazmadığını ilk defa dile getirmiştir. Üstelik Shakespeare ile ünlenen soneler de ona ait değildir. Shakespeare herkesin kanıtlayabileceği gibi sadece tek bir şiir yazmıştır.

“Kadim dost, İsa adına,
Dağıtma bu mezarın tozunu.
Bu mezar taşını koruyanı Tanrı korusun.
Ve kemiklerimi yerinden oynatana lanet olsun!”

Bu yazdığı şiirin mezar taşına yazılmasını vasiyet etmişti Shakespeare. Tüm mal varlığının dağılımının harfiyen kendi istediği gibi yapılmasını vasiyet ettiği gibi. Ancak bu kadar büyük bir şairin vasiyetinde hiçbir eserinin geçmiyor oluşu Twain’in dikkatini çekmişti ve Shakespeare’in vasiyetnamesinin bir şaire değil bir tüccara ait olduğunu söylemekten geri durmamıştı.

Shakespeare’in eserlerini tek tek ele alan Shakespeare araştırmacıları tiyatrolarının yanı sıra sonelerini de incelemiştir. 29. sonedeki kelimeler tek tek incelendiğinde ortaya sürgündeki bir adamın söylemleri çıkıyordu. Üstelik şiir tamamen birinci ağızdan yazılmıştı. Halbuki Shakespeare hiçbir zaman sürgün edilmemişti. Ve hatta İngiltere’nin dışına çıkmış olabileceği bile meçhuldü. Dönemin kraliçesi Bakire Elizabet (I. Elizabeth, VIII. Henry Tudor ve Anne Boleyn’in kızı) döneminde tarih yazıcılığına ve yaşanan her olayın kaydına çok büyük önem verilmişti. Herhalde Shakespeare gibi büyük bir yazar sürgün edilse ya da İngiltere’den çıkıp İtalya’ya gitse Tudor Hanedanı’nın muhakkak haberi olurdu. Hem acaba hiç İtalya’yı görmeyen birinin otunlarında Verona’yı, Floransa’yı bu kadar yakınen anlatması olanaklı mıydı?

Peki, ortada yazarın hayatı ile ilgili bu kadar çok çelişki varken acaba bu eserleri kim vermişti ya da neden vermişti?

Shakespeare ile aynı yıl doğan bir yazar daha vardı İngiltere’de. Tıpkı Shakespeare gibi o da Stratford-Upon-Avon’da doğmuştu. Aynı okullara gitmişlerdi. İkisinin de babası işçiydi. Aynı sosyal sınıfa aitlerdi. Bu yazar Christopher Marlowe’den başkası değildi tabi ki. Marlowe oldukça başarılı bir yazar. Dr. Faustus gibi bir oyunun yazarı ki bu oyun İngiliz trajedisinin başlangıcı kabul edilir. Buna rağmen İngiltere’nin kurbanı oldu genç yaşında.
Hem Marlowe hem de Shakespeare ellerinden geldiğince Stratford-Upon-Avon’da okudular. Ama küçük bir kasabada alabilecekleri eğitim sınırlıydı. İşte bu noktadan sonra Marlowe eğitimine devam edip Cambridge Üniversitesi’ne kadar yükselmişti; ama Shakespeare okumayı bırakmıştı.

Marlowe aldığı eğitimin gereklerini yeteneğiyle de birleştirip yerine getiriyordu. Ovid’den çeviriler yapıyordu, ilk kafiyesiz şiirleri veriyordu, II. Edward oyunuyla eşcinsellere yapılan zulmü anlatan ilk tarihi oyunu yazıyordu. Ne yazık ki Marlowe hayatına devam ederken eserlerinde var olan sapkınlıktan suçlandı ve Star Chamber’e çıkarıldı. Star Chamber’de yargılanmasından sonra da idam edildi genç şair. Kendisinin idamından bir gün önce idam edilen John Penry’nin cesedi, Marlowe’un idam edildiği gün ortadan kayboldu.

Marlowe’un ölümünden iki ay sonra tüm İngiltere’ye nam salacak olan bir yazar çıktı ortaya. İlk şiiri olan Venüs ve Adonis’i sanatının mirasçısı olarak tanıtan kişi Shakespeare’den başkası değildi. Ancak eserin yazara ait olduğuna dair en ufak bir kayıt olmamakla beraber ne el yazısı ne de var 6 imzası birbirini tutmaktaydı.

Günümüzde hala daha tartışılan Shakespeare ile ilgili yapılan çalışmalarda çok değişik bir bilgiye daha rastlanmıştı. Shakespeare’in bilinen tek tablosu da aslında ona ait değildi. Lillian Schwartz bunu kanıtlamakla beraber asıl ilginci tablonun orijinalinin de kime ait olduğunu kanıtlamıştı. Tablo dönemin kraliçesi Elizabeth’e aitti.

1902 yılında Mendenhall adlı bir profesörün Ohio’da yaptığı çalışmada yazarların farkında olmadan kullandıkları kelimelerin, cümle yapılarının, cümledeki kelime uzunluğunun ve kelime dağarcığının bir tablosunu çıkarmaya başlamıştı. Tesadüf eseri Bacon’ın eserlerini ona ait olduğu kanıtlansın diye bu teste sokmak isteyen bir kişinin isteği üzerine çalışmaya başlayan profesör karşılaştıracağı 20 yazarın içine Marlowe ve Shakespeare’i de koymuştu. Testten çıkan sonuç eserlerin Bacon’a ait olmasından daha enteresandı. Çünkü Marlowe ve Shakespeare’in tüm sonuçları bire bir örtüşüyordu.

Tüm bunlar yaşanırken, Shakespeare İngiltere’yi yeteneğiyle kasıp kavururken, Marlowe’un başarısının tadını çıkarırken daha doğrusu peki Marlowe ne yapıyordu?

Marlowe’un sözde idam edildiği gün ortadan kaybolan John Penry’nin cesedi Marlowe’un cesedi olmuştu. Peki ya Marlowe kayıtlara bu kadar önem verilen dönemde nasıl dışarı çıkmıştı acaba? Star Chamber gibi suçsuzların idamlarının icat edildiği, insanların Protestanlık adına katledildiği bir mahkemeden Marlowe kolay kolay sıyrılamazdı. Bunun bedelini de kimliğinden kurtularak ödemek zorunda kalmıştı. Kraliçenin en sevdiği oyun yazarı Christopher Marlowe idam edildiği gecenin sabahında birden Kraliçe’nin İtalya’da yaşayan en sevdiği ajanı Monsenyör Le Doux’a dönüşüvermişti.

Ölmüş Marlowe’un İngiltere’den çıkması da kolaylaşmışken Marlove yani Monsenyör İtalya’nın yolunu tutmuştu bile. Üstelik hiçbir engele takılmadan. Tabi Monsenyör’ün İtalya’da ajanlık yapmasının da Shakespeare’in eserlerine nasıl yansıdığı herhalde anlaşılmıştır…