Bergama ya da antik dönemdeki adıyla Pergamon, İyon’dan, Romalılara, Selçuklu’dan, Osmanlı’ya birçok medeniyetin egemenlik sürdüğü, buram buram tarih kokan bir kent…
Pazar sabahı, her Pazar gezilerimde olduğu gibi yine geç uyanarak ve abimi de yanıma alarak, sallana sallana yola çıktık. Biz arabaya bindiğimizde saatler 12.35’i gösteriyordu. Hava güneşli, açık ve yaklaşık 14 dereceydi. Bu da bir Pazar gezisi için en ideal havaydı.
Yaklaşık 1 saat 30 dakika süren bir yolculuğun ardından Bergama’ya vardık. İnsan Bergama’ya giderken her adımında tarih göreceği bir kent bekliyor. Ancak durum tam olarak böyle değil. Bergama’nın girişinde sizi bir alışveriş merkezi karşılıyor Olympos AVM ya da diğer adıyla Park Bergama.
Yolumuza devam ediyoruz. Bergama şehrinin içine girdiğinizi yollar kilit taş’a dönüşünce ve Bergama Şehir Stadyumu’nu görünce anlıyorsunuz. Aynı zamanda tarihi kent Akropolis’te hemen karşı tepede sizi selamlıyor.
Şehire girdikten sonra GPS’te yakın yerlerde görünen Kızıl Avlu’yu aramaya başlıyoruz. Fakat GPS’in olduğu noktaya gittiğimizde karşımıza ufak bir sağlık ocağı çıkıyor. GPS’ten hayır gelmeyeceğini anladığımızda çareyi oradan geçen yaşlı bir amcaya sormakta buluyoruz. Herneyse, amca taktı bizi peşine, götürdü Kızıl Avlu’ya. Tabii her zaman olduğu gibi klasik dede edalarıyla bize torunlarını, yeğenlerini anlattı yol boyunca. Hepsinin nerede oturduklarını, aile sorunlarını falan öğrendik. Bergama’nın Google Maps’i dedemize teşekkür ettik ve Kızıl Avlu’ya giriş yaptık.
Serapis Tapınağı yani Kızıl Avlu; Eski Bergama’nın en büyük yapısı. Burası hristiyanlığın ilk 7 kilisesinden biri olarak İncil’de de geçmekteymiş. Mısır tanrılarından Serapis (Osiris)e adanmış. Tapınak M.S. 2. YY’da Roma Dönemi’nde, aşağı Bergama kentinin tam merkezine inşa edilmiş olması nedeniyle biraz tahrip edilmiş ve kentin içinde kalmış. Yıllar geçtikçe bu tarihi yapının üzerindeki mermer kaplamaları dökülmüş ve kırmızı tuğlalar ortaya çıkmış. Bu yüzden de, halk arasında kızıl avlu olarak adlandırılmış.
Çok fazla zamanımız olmadığı için Kızıl Avlu’yu hızla geziyoruz ve gözümüzü Akropolis’e dikiyoruz. Hedefimiz Akropol yolundan Akropolis’e tırmanmak ve orada hem şehri hem de Akropolis Antik Kenti’ni güzelce fotoğraflandırmak. Akropolis için yapılmış olan teleferiğe binmeyi tercih ediyoruz.
Girişler her antik kentte olduğu gibi öğrenci 10 Lira, tam 20 Lira. Tabii bu girişler tek kullanımlık bilet değil, Müze Kart ücreti. Bir kereliğe mahsus alıyorsunuz bunu ve bundan sonraki müze ve antik kent gezilerinizde bu kartı kullanıyorsunuz. Ben daha önce Efes Antik Kent’te bu yıl için geçerli olan bir müze kart almıştım bu yüzden bunu kullanarak giriş yapıyorum.
İçeriye girer girmez gözünüze çarpacak ilk şey ‘bakımsızlık’ olacak. Tarihte böylesine önemli bir yer nasıl bu kadar bakımsız olur diye düşündüm hemen. İçeride çok az bilgi noktası var. Yani o noktayla ilgili okuyup öğrenebilecekleriniz sınırlı. Sadece bakıyorsunuz. Bakarken bir şeyler anlamak da biraz zor çünkü çok dağınık ve eserlerin bir çoğu buradan alıp götürülmüş. Eserlerin bir kısmı da özel bölümlerde kilit altında tutuluyor. Diğer eserlerde sanıyorum büyük oldukları için çalınamamış. Şöyle düşünün, ben oradan bir eser alıp çantama koysam bunu kontrol edecek ne bir kamera var, ne de çıkışta sizden şüphelenip üzerinizi arayacak bir görevli. Allah’a emanet duruyor Akropolis. Kim bilir şuan bile neler çalınıp götürülüyor. Neyse.
Akropol’de şehrin ileri gelenleri otururken halk aşağı bölümlerde otururmuş. Zaten Akropol’ün görkeminden ve yüksekliğinden ilk anlaşılan konu bu oluyor, sınıf ayrımı. Tapınaklar doğal olarak Akropol’de yer alıyor. Traianus Tapınağı, Roma İmparatoru Traian için yapılmış. Sütunlarından bazıları hala ayakta. Fakat bir çoğu yıkılmış. Şarap tanrısı Dionysos Tapınağı ve sadece temelleri kalan Athena Tapınağı da zamanında çok önemli tapınaklarmış. Onlardan ise çok az eser bugüne gelebilmiş.
Akropol’ün bence en güzeli, dünyanın en dik tiyatrosu olarak bilinen uzun, dik ve kocaman tiyatrosu. Athena Tapınağı’nın batısındaki dik yamaçta, yaklaşık 10 bin kişilik bir tiyatro burası. Helenistik dönemde yapılan tiyatronun uçuruma bakan ön tarafı o dönemlerde setlerle sağlamlaştırılmış.
Dik merdivenlerinden sahneye kadar inip tekrar yukarı çıkıp eski dönemlerdeki oyunları gözünüzde canlandırmaya çalışmak çok keyifli. Ancak bu biraz zaman alıyor çünkü çok fazla merdiven var. Ayrıca bu işlem biraz da tehlikeli, merdivenlerden inip çıkarken tutunabileceğiniz bir korkuluk yok ve dünyanın en dik tiyatrosunda bu biraz ölüm tehlikesi yaratabiliyor.
Antik kentte bir de Zeus Sunağı var. Bu sunağın olduğu yerde ise, bugün sadece temel kalıntıları ve büyük bir ağaç var. II. Abdülhamit zamanında sunak Almanlar tarafından Berlin’e götürülmüş. Her ne kadar Almanlar bu eserleri izin alarak götürdüklerini söyleseler de böyle bir şeyin mümkün olması aklımın ucundan geçmiyor. Şimdilik buradan götürülen ya da çalınan eserler Berlin’de Pergamon Müzesi’nde sergilenmekte. Ama umarım bir gün bu eserler ait olduğu yerlere iade edilir.
Asklepion, antik dönemlerde özellikle ruhsal hastalıkların tedavisi için yapılan merkezlerden biri. Asklepion Sağlık Kenti, mitolojideki sağlık tanrısı Asklepieos’a adanmış. Hatta günümüzde Asklepios’un yılanlı asası hekimliğin simgesidir ve tıp sembolüdür. Burası uzun yıllar boyunca ünlü bir tedavi merkezi olmuş. Buraya nedense ölümcül hastalar alınmazmış. İçeri alınan hastalar upuzun bir kutsal yoldan yürür, bugün bile içilebilen şifalı sudan içer ve bu suyla yıkanır, daha sonra hastalığın tedavisine başlanırmış. Bu sağlık merkezinde hastalar için yapılmış bir de büyük tiyatro var. Bu tiyatro bugün de kullanılıyor hatta kermes zamanlarında TRT buradan yayınlar yapıyor. Burada yer altında bir tünel var. Tünel oldukça ilgi çekici. Vakt-i zamanında hastalar bu tünelden geçerken, tünelin tavanındaki pencerelerden “iyileşeceksin” şeklinde telkinler verilirmiş. Telkin, müzik ve şifalı otlarla tedavi yöntemi kullanılıyormuş. Biz de geçtik tabi o tünelden. Söylentilere göre Asklepion ile Akropolis’i birbirine bağlayan tünellerde var. Eğer böyle tüneller varsa ve bugün hala kullanılabilir durumdaysa bunların mutlaka restore edilip açılması lazım. Düşünsenize bu kadar uzun bir tünelin nasıl ilgi çekeceğini?
Zaman çabuk geçiyor ve pek çok önemli yeri gezemeden geri dönüyoruz. Ancak dönüş yolunda mutlaka durulması gereken bir yer var, Yeni Şakran Petrol Ofisi. Hayır, benzin için durmayacaksınız tabii ki. Bu Petrol Ofisi’nin kafesinde Yeni Şakran’ın en güzel ‘Şakran Böreği’ satılıyor. Bu lezzeti tatmadan Yeni Şakran’dan geçmeyin. Biraz talaş böreğine benziyor ama ondan daha lezzetli ve özellikle peynirli seçeneği çok başarılı. Aynı zamanda bu markette ya da kafede; o yöreye ait ağaçlardan toplanarak yapılmış zeytinler, peynirler vb. organik ürünler de bulunuyor.